top of page
  • Yazı: EA Fotoğraflar: EA / Ender Usuloğlu

Mutlak Karanlıkta Aydınlık


Kendimi 4 ay sonra yeniden Alanya Gazipaşa’ya giden uçakta bulmuştum. Yine mağaralar ve Toroslar çağırmıştı beni. Anadolu Speleoloji Derneği (ASPEG) ile 4 ay önce atıldığım macera sonucu artık mağaracılık eğitimlerini almış çiçeği burnunda bir mağaracıydım. Kış boyunca, Aspeg’in kalbi Ender Abi’nin rehberliğinde eğitim için gittiğimiz İzmit’teki Parsık Köyü, sunduğu zorlu iklim koşulları ve mağaralarıyla ideal bir başlangıç noktasıydı. İlk mağara deneyimini yatay Parsık mağarasında yaşadım. Bu mağara 225 metre uzunlukta kafanı bile kaldıramadığın kadar alçak bir tavana sahip sürünme tüneliyle ve buz gibi suların aktığı diz morartan çakıllarla örülü zeminiyle psikolojik sınırlarımı ölçen bir mağara deneyimi olmuştu benim için. Acılı tünel deneyimi sonrası, içine şelale dökülen dev galeriyi görünce “Değdi bunca acıya” desem de dönüş aynı yoldan ve yine acılı olmuştu.

Bir yandan da Tek ip tekniği’nin detaylarını öğreniyordum. Yani Dikey bir mağarada ipten aşağı inmemizi sağlayan sürtünmeli makara sistemine sahip desandörü kullanmayı, ipte tırmanmayı sağlayan yukarı doğru tek yön harekete izin veren El ve göğüs cumarlarının ne işe yaradığını İzmit’in bu küçük köyünün dik yamaçlarında uygulamalı olarak görüyordum. Dik yamaçtan aşağı her inişin öncesinde korkuyu tüm iliklerimde hissediyordum yine de korkularımın üstüne gitmekten başka çarem yoktu.

Ender abi “Ben otuz senedir iniyorum hala bu korkuyu hissediyorum. İpteyken rahatlıyorsun merak etme” demişti bana bir kere. Haklıydı da. Bir süre sonra yamaçtan aşağı uzanan karlarla kaplı eşsiz Parsık manzarasının tadını bile çıkarmaya başlamıştım. Yamaç yukarı efor gerektiren tırmanışlarda ise kulaklığımda, İsveç’li Death metal grubu İn Flames vardı. “Come Clarity” albümü ile Lise günlerine dönmüştüm. İpte cumarlamak o günlerde yorucu olsa da artık daha ritmik ve keyifliydi. Bu arada kış boyunca yaptığımız eğitimlerle kondisyonum gelişmeye başlamış ve sağlığım için iyi şeyler yapmaktan keyif almaya başlar olmuştum.

Gazipaşa uçağının tekerleri yere çarptığında geçmiş zamandan şimdiki zamana döndüm. Aspeg’den Ender, Oktay, Büşra, Orkun, Elif ve onların ufaklıkları Mete’den oluşan ekibin kamp malzemelerinin valiz bandında kapladıkları koca yer görülesiydi. Bu Aspeg’in Gazipaşa havalimanında gerçekleştirdiği valiz devrimi olarak o gün kayda geçti.

Alanya’nın 15 km kuzey doğusundaki Çatak mevkii’nde bulunan Kadıini mağarasına ulaşımımız ise iki vesaitle gerçekleşti. Çatak sapağına kadar Havalimanı servisleriyle geldik. Oradan da belediyenin tahsis ettiği araca bindik. Kısa süreli bir yolculuğun ardından kamp yerine geldik.

Tepelerde yankılanan su çağlaması ve vadideki ağaçlık alandaki küçük piknik yeri kampımızın yerini işaret ediyordu. Burası aynı zamanda bir alabalık çiftliğiymiş. Geç vakitte geldiğimiz için pek bir detay vermiyordu karanlık.

Ekibimizi Akdeniz Üniversitesi Mağaracılık Kulübü üyeleri karşıladı. Hepsi genç, hepsi enerji dolu ve hepsi çakı gibi mağaracılar. Onlar da mağaranın haritalanması, canlı popülasyon keşfi ve kataloglanması ve çekeceğimiz belgesele yardım amaçlı oradaydılar. Yanan kamp ateşinin çevresinde deneyimli mağaracıların konuşmalarını dinliyordum. Yatay devam eden ve sürüyle farklı kollara ayrılan 2,5 km’lik dev bir parkurdu Kadıini. Yanlış bir kola girip de yolunu kaybetmek ağır bedel ödetebilirdi kaşiflere. Bu yüzden Akümak’lı mağaracılar önceden dip noktasına kadar bir şerit çekmişlerdi. Biz bu rota üzerinde belgesel çekimlerini gerçekleştirecektik. Kadıini devasa bir mağaraydı ve işimiz çoktu. Bu yüzden mağarada kamp atacaktık. Ertesi gün büyük gün olacağından istirahat etmek için çadırlarımıza çekildik. Uzun saatler boyunca mağarada kalma konusuna zihinsel olarak hazırlanmam gerekiyordu. Suyun sesi çadırımın içinde yankılanırken uykuya dalmışım.

Sabah çadırımdan çıktığım zaman nasıl bir yerle karşı karşıya olduğumu daha net görmüştüm. Su buraya cömert davranmıştı. Kayaların arasından irili ufaklı şelaler vadiyi besliyordu. Ağaçların arasında alabalık çiftliği neredeyse yerel çapta bir Orta Dünya manzarası gibi gözükmekteydi. Mağaraya girmeden buraları da biraz keşfedip çekim yapmak iyi olurdu doğrusu. Akümak’tan Alper bu çevre gezisinde bana eşlik etti. Kamera ve ekipmanlar konusunda meraklı ve belgesel yapımı konusunda istekli ve heyecanlı bir genç Alper. Ayrıca mağaracılık konusunda deneyimli ve Kadıini mağarasını da önceden görmüş. Mağara içinde çalışmaya başlamadan hemen önce güneşli havada, gürül gürül akan su eşliğinde çekim yaparken her şey gözüme ve ruhuma daha bir güzel geliyordu.

Kamp yerine geri döndüğümüzde, Süleyman Demirel Üniversitesin’den aramıza katılan Biyolog Doç. Dr. Gökhan Aydın’la tanıştım. Kendisi bir mağaracı ve mağara ekolojisini, eklembacaklıları, böcekleri ve örümcekleri inceliyor. Yeni türleri envantere kazandırıyor. Bunun için mağaranın giriş, alacakaranlık ve mutlak karanlık zonlarına kapanlar kurarak farklı bölgelerden canlı örnekleri toplayacak. Ben de o bu kapanları kurarken ve sonraki gün toplarken filme alacağım.

Mağaraya içinde çekim malzemelerinin çantalanması ve lojistiği, yeryüzünde çekim yapmaktan oldukça farklı. Mağaralar ıslak, çamurlu, suyun aktığı ve düşme riskinin yüksek olduğu yerler bu yüzden su geçirmeyen, sert kanyon çantası kullandık. Ayrıca tüm kamera malzemelerini ayrı ayrı poşetleyip kılıfladık.

Lensler ve Kamera devamlı çantada duracak ve sadece çekim için çıkacaktı. Çekim bittikten sonra malzemeyi tekrar kılıflayıp, çantaya yerleştirecektik. Uzun vadede oldukça zahmetli bir iş olacağa benziyordu. Ayrıca mağaranın sonlarına doğru geçmemiz gereken “Tavşan Deliği” isimli dar bir geçiş vardı ki buradan malzemeler çanta ile bile geçemiyordu. Kamera ve ekipmanların çantadan çıkarılıp geçilmesi gerektiği gerçeği ile karşılaşınca malzemelerin sigortalarının ne durumda olduğunu merak ettim.

Mağaraları aydınlatmak ise başlı başına bir mesele. Işık olarak led paneller ve spotlar kullanıyoruz. Harici bataryaları ile çalışıyorlar ve mutlak karanlığı aydınlatmamızı sağlıyorlar. Onların da kuru kalması gerekiyor. Ender abi turşu bidonunu akıl etmiş. Işıkları bidonun içine koyup kapağını kapatıyoruz. Çantaya da sığdığına göre ışıklar güvende.

Akümak ve Aspeg’den 6 genç mağaracı da belgesel çekiminde Alper’le, bana eşlik ediyorlar. Kamp malzemelerinin, su, yemek ve çekim malzemelerinin lojistiği, mağara duvarlarının aydınlatılmasına kadar filme emek vermek için gönüllü oldular. Diğer taraftan Ender’de 6 kişilik grubuyla Kadıini yer altı nehrinin bulunduğu büyük kolu filme almak için yola çıktı. İçeride yer alan arkeolojik eserleri ise Alanya müze müdürlüğünden gelen Arkeolog Akif Bey inceleyecek. İçerde bulunan testiler ve insan kemiklerini görmek için sabırsızlanıyorum.

Mağaracılığın belki de en güzel yanı bu. Her seferinde yeni ve heyecan verici başka bir keşfe tanıklık etme şansı oluyor insanın. O yüzden bunu sadece sportif amaçlı bir etkinlik olarak görmek, bu derin dünyayı dar bir yelpazeden izlemekten farksız bana göre.

Keşif öncesi sağlam bir öğle yemeği yiyor ve mağaraya doğru yöneliyoruz. Mağara girişte koca bir galeri ile karşılıyor bizi. İçerde ılık bir hava var. Mağaranın fosil mağara olmasından dolayı sıcaklığının 14 derece olması bizim için şans. Koca galeri döküntü halinde zemine yayılmış dev kayalardan oluşuyor. 40 metrelik yüksek tavanıyla da ihtişamlı bir başlangıç yapıyor. Mağaranın sessizliğini ise yarasaların sesleri yırtıyor.

Biz galerinin çekimlerini yaparken, biyolog Doç. Dr. Gökhan Aydın’da bizimle birlikte çalışmaya başlıyor. Yoğurt kaplarına benzer kaplar kullanarak hazırladığı kapanları mağaranın giriş zonuna kuruyor. Bu kapanlar Arthropoda yani eklembacaklılar için. Ben onu filme alırken o da bana eklembacaklıların gezegenimizde yaşayan tüm canlıların yüzde 80’ini kapsadığını anlatıyor. Bu dev şubede kabuklular, örümceğimsiler, böcekler ve çok ayaklılar var. “Çok basitçe anlatırsam: 10 bacağa sahip olan ıstakoz, karides, yengeç gibi canlılar kabuklu, 8 bacağa sahip olanlar örümceğimsi, 6 bacağa sahip olanlar ise böcek olarak nitelendirilmekte.” Onlar için kapanlara tavuk parçası bırakıyor. Dünyanın yüzde 80’i’ni kapsayan bir tür için menü ortak. Çekimleri tamamladıktan sonra yola devam ediyoruz.

Dev taşların arasından aşağı bir eğimle bizi dip noktasına ulaştıracak kola yöneliyoruz. 15 dakikalık yürüyüşün ardından dar bir geçişe geliyoruz. Bu geçiş yukarı doğru yükselerek ilerleyen ve oldukça dar bir geçiş. Alper “Bu daralın sonunda kemiklere ve testilere ulaşacağız” diyor. Çantaları elden ele bu dar geçişten geçirebiliyoruz. Sonra sırayla dar geçişten herkes yukarı doğru sürünmeye başlıyor. Sıra bana geliyor ve sürünmeye başlıyorum tam bu sırada daralmayla gelen panik hissinin beynimi istila etmek için harekete geçtiğini hissediyorum. Birden tüm korkularımın bu sıkışık dar tünelde hortladığını fark ediyorum. Korkularım fiziksel bir durum fobisinin ötesinde çok daha sembolik bir şekilde kendini gösteriyor. Sıcaklık benim için daha da artıyor ve terlemeye başlıyorum. Yine de sürünerek ilerlemeye devam ediyorum ve sonunda kendimi küçük bir galeride buluyorum. Ve bir anda o sarsıcı kare ile karşılaşıyorum

Galerinin dört bir yanına saçılmış halde bir sürü kemik ve kafatasları beni karşılıyor. Hepsi insanlara ait kemikler; belli ki burayı gömü alanı olarak kullanmışlar. Kafataslarının yerleştirilişindeki simetrik düzen bunun bir ritüele bağlı olarak yapıldığını kanıtlıyor. Ayrıca içerde küçük traverten havuzları var bunların da içi insan kemik ve kafataslarıyla dolu.

Aklıma burasıyla ilgili anlatılan yerel hikaye geliyor. Efsaneye göre Kadıini mağarası ismini bu bölgede yaşayan bir Osmanlı kadısından alıyor. Bu kadı suç işleyenleri buraya getirdikten sonra onları öldürüyor ve mağaranın derinliklerine atıyor. O yüzden halk burayı uğursuz saymış ve mağaraya girenlerin bir daha çıkamadığı gibi bir söylenti yayılmış. Sanırım İnsanların bilinmeze karşı duydukları korkunun doğal bir sonucu bu söylenceler. İnsanoğlu çoğu zaman kendisine yabancı gelen hakkında uzaktan korku hikayeleri uydurmayı, onu tanıyıp keşfetmekten daha kolay buluyor.

Ekip olarak Kemiklere basıp kırmamak için ekstra özen gösteriyoruz. Zemin çamurlu ve oldukça kaygan. Bu ölüm salonundan dışarı çıkıyorum ve çizmelerimin altında zeminin değiştiğini fark ediyorum. Kumluk bir kanyonun koridorlarında ilerledikçe çevreye yayılan testi kırıklarını görüyorum. Derken küçük bir kum havuzundan içeri sokulan bir yan kol görüyorum. Akümak burayı işaretlemiş çünkü içerde görülmeyi hak eden önemli bir şey var.

Ekipçe her zaman olduğu gibi bu koldan da sürünerek içeri giriyoruz. Zemin kum olduğu için sürünmek acı vermiyor. Tam tersine çocukça bir keyfi var bunun. Küçük mağara odasına girip kafamı kaldırma fırsatını bulunca, kırılmadan bu güne kadar korunmuş sağlam testiyle karşılaşıyorum. Bu testiyi kimlerin, ne vakit, buralara kırmadan getirebildiklerini düşünmek aklımı başımdan alıyor. Bu konuda merakımızı Alanya Müze Müdürlüğünden Akif Bey gideriyor. Ender ağabeylerin keşif ekibine katılan arkeolog, daha sonra konuştuğumuzda bu bölgeye yayılmış testilerin bazılarının 3000 yıllık olduğunu ve elde yapıldıklarını söylüyor. Testilerin güneşte kuruyup sertleşmesi gerektiğinden bunların mağara dışında yapıldığını ve sonradan içeri sokulduğunu belirtiyor. Kimilerinin ipte asılı durması için askı delikli yapıldığını, kimilerinin kulplu olduğu, kimilerininin yemek pişirmek için kap şeklinde yapıldıklarını ekliyor. Arkeolog Akif Bey, “Kapların kimilerinin altları kararmış. Demek ki burada yemek yiyip günlük yaşamlarını sürdürüyorlarmış” diyor. Tunç çağını ve Hititleri anıyor. Bir sığınma yeri olarak kullanılmış olabileceği ihtimalinden bahsediyor.

Mağaranın içlerine doğru ilerlemeye devam ettikçe oluşumlar ve galeriler daha da heybetli bir hale geliyor. Keskin kaya yamaçlarının yükselerek oluşturduğu iri tepeleri barındıran galerileri geçerken sanki arzın merkezine seyahat ediyormuş gibi hissediyorum. Tepeleri çıkmak oldukça zor çünkü çok kaygan mavi bir kil bütün zemini kaplamış. “Mavi çamur” diyor ekipten Büşra. O bir Kimyager ve burada bulunan mavi çamurun nasıl oluştuğunu anlamak için örnek toplayacağını söylüyor. Mağara tavanlarını aydınlattığımızda bu çamurun tüm çatıyı da kapladığını görüyoruz. Yanlardan sarkan sarkıtlar ve akarken bir anda donmuş gibi kalan travertenler bu güzel resmin çatısını ayakta tutuyorlar. Sanki yeraltında bulutlu bir gökyüzü manzarasına tanık oluyorum. Ayağımızın altında bu çamur, sabun gibi kaygan ve tehlikeli iken; başımızın üzerindeki yüksek tavanda Van Gogh’un bir gökyüzü tasviri kadar güzel görünüyor.

Mağara kampının bulunduğu galeriye geldiğimizde gecenin saat 3 olduğunu fark ediyorum. Gece ve gündüzün anlamını yitirişinin tanıklığını yapmaya başladığımı mağaradaki 12. saatimde anlıyorum.

Ender abilerin grubu kamp atacağımız galeriye bizden önce varmışlar ve geldiğimizde onları uyku tulumları içinde uyurken buluyoruz. Dinleneceğimiz galeri sarkıtlar dikitler ve sütunlarla milyonlarca yılda bezenmiş hem samimi hem de ihtişamlı bir salon. Zemin ise yumuşak kumla kaplı matlarımızı rahatlıkla serebileceğimiz bir dokuya sahip. Yeni gelenler olarak peynir, zeytin ve ekmekle yaptığımız kahvaltıyı çayla taçlandırdık. Üstelik çay suyunu galerinin uzak ucunda yer alan berrak havuzdan aldığımız su ile demlemek keyfime keyif kattı. Mağaranın iç ısısı ise yine 14 dereceydi.

Ardından 6 saat süren bir uykuya dalmadan evvel herkesin ışıklarını kapatmasını bekledim. Tüm ışıkların ardından mutlak karanlığı deneyimlemek için ben de ışığı kapattım. Karanlığın derinliği kusursuzdu. Hiçbir şekilde göz alışmıyor ve detay belirmiyordu. Gözüm açık mı kapalı mı diye fark edemez hale gelene kadar gözlerimi karanlığa diktim. Ardından bu belirsiz çizginin ardından uykuya geçmişim.

Sabah, bluetooth hoparlörden çınlayan müzikle uyandım. Normalde kampta rock çalardı ama bu sefer çalma listesinde disko müziği vardı. Mağara’da sabah sabah disko müziği bana biraz fazlaydı. Kahvaltımızı edip hazırlandıktan sonra ekipler yeniden bölünerek farklı bölgelere yöneldi. Bizim takım dip noktasına gidecek ve oraya kadar olan bölümü filme alacaktı. Ayrıca biyolog Doç. Dr. Gökhan Aydın’la da kapanları toplayacaktık. Mutlak karanlık zonunda kurulu kapanlarda bulunan türler şaşırtıcıydı. Gece bereketli geçmişti. O kadar ki Her türden bir tane toplayıp aynı türlerden fazla olanları mağaranın ekosistemine tekrar bıraktı Gökhan. Özellikle bulduğumuz 10 cm’lik örümcek içlerinde en besili görünendi. Açıkçası bu örümceğin bulunduğu bir ekosistemde geceyi geçirmiş olup tulumumda onunla karşılaşmamış olmak büyük şanstı. Doç. Dr. Gökhan Aydın bu türlerin çoğunun mağara için yeni, kimilerinin ise dünya için bile yeni olabileceğini söyledi o gün. Daha sonrasında yapılan sistematik değerlendirmeler sonucu bulduğu örümceklerden birinin Dysderidae familyasına ait olduğu ve Dysderocrates cinsi örümceğin bu türünün dünya için yeni kayıt olduğu saptandı. Yani dünya da ilk kez bu örümceğe Kadıini mağarasında rastlanmış. Bu çok heyecan verici bir keşif oldu bizim için.

Mağaranın dip noktasına ilerlerken mağaranın heliktitlerinin meşhur olduğu bir kola yöneldik. Heliktitler yer çekimine karşı koyan ilginç mikro oluşumlar. Bu küçük beyaz kılcal oluşumlar içerdeki hava akımına göre yukarı doğru uzanan tellere dönüşüyorlar. Yatay uzanmış iğne inceliğindeki bir heliktitin ucuna tünemiş bir damlanın baloncuk halinde asılı kaldığını görmek mağarada küçük bir detayın ne kadar unutulmaz olabileceğini gösteriyordu bana.

Dibe yaklaştıkça ekibimizde Akümaklı arkadaşlar kral havuzundan bahsetmeye başladılar. Burası çok belirgin ve güzel bir nokta olduğundan mağara için lojistik açıdan önemli bir bölgeymiş. Buluşmalar genelde bu noktada yapılıyor mağara keşfi için destek bu bölgeden sağlanıyormuş. Bahsedilen noktaya geldiğimizde çamurlu ve kahverengi bir galeri ve döküntü kayalardan oluşmuş bir zemin bizi karşıladı. Bu cazibesiz mekanın uzak köşesinde ise tüm çevreye inat bembeyaz parlayan minyatür Pamukkale göze çarpıyordu. Bu küçük travertenin önünde küçük bir havuz bulunmaktaydı. Bu havuzun zemini kristallerden oluşan parlak taşlarla kaplıydı. Süpermen’in kripton taşı buradan çıkıyor olmalıydı. Berrak suyla dolu bir süs havuzu gibi oracığa oturuvermişti minik Pamukkale. Mağaranın bu harikayı binlerce yılda oluşturmuş olması ne ihtişamlı şey. Ona tanık olmak ise ne büyük mutluluk.

Bu sırada Haritacı ekiple karşılaştık. Mağaranın dip denilen noktasının dip olmadığını “L” yapan küçük bir delikten mağaranın koca bir göle ve şelaleye açıldığı haberini verdiler bize. Dibe yaklaştıkça duyulduğu söylenen su gürültüsünün nedeni bu şelaleymiş. 5 metre yükseklikten büyükçe bir göle dökülüyormuş. Gölü geçmek için yeni bir keşif gezisi düzenlenmesi gerektiğini öğreniyoruz onlardan. Dip sanılan noktadan açılan küçük deliğin ise geçeceğimiz Tavşan deliğinden bile daha zorlu olduğunu ve ıslanmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyorlar. Elimizdeki kamera ve ekipmanla bu geçişi sağlayamasak da buradan sonrasını Aspeg’den Sever aksiyon kamerasıyla çekebileceğini söylüyor. Teklifini memnuniyetle kabul ediyorum.

Yola devam ediyoruz. Şimdi geçmemiz gereken tavşan deliği engeli var ve çantamız bile bu delikten sığmıyor. Burayla ilk karşılaştığımda açıkçası bir an için cesaretim kırıldı. Çünkü geçiş noktası bir gölün üstünde yükselmiş eğimli yüksek bir travertenin üstünden açılan küçücük bir delikten gerçekleşecekti. Aşağıda ise bir gölet vardı. Geçiş için takım çalışması şarttı. Deliğin bulunduğu traverten yüksek ve riskli derecede eğimliydi. Geçiş noktasına kadar omuz aralığında sıralanarak kamerayı elden ele sarılı halde delikten geçirdik ve diğer tarafa ekipten önce geçen Alper’e teslim ettik. Şimdi delikten geçiş sırası bendeydi. Yüksekçe traverteni Büşra’nın yardımıyla tırmandım. Ardından açılan küçük üçgenimsi delikten önce ayaklarımı ve en son başımı geçirdim. Buradan geçebilmek için vücudumu bir hayli küçültüp karnımı içeri çekmem gerekse de başarılı geçiş içimi rahatlatmıştı. Buranın ardından karşımıza geniş bir kanyon çıktı. İki yanımda uzanan yüksek duvarların arasından uzanan kumluk alan kendimi bir kumsalda yürüyüşe çıkmışım gibi hissettirdi. Bu kumsalın sonunda bizi bekleyen sürpriz ise Mağara incileriydi. Çocukken oynadığımız misketler gibi küçük kusursuz kürecikler olarak zeminde toplaşmış haldeydiler. İçerdikleri minerallere göre beyaz, kahverengi ve sarı renk almışlardı. Ve görünüşleri gerçek birer inci gibiydi. Ne kadar güzel olsalar da hiç kimse incileri almadı. Çünkü onlar Kadıini’ne aitler ve orada kalmalılar.

Dibe yaklaştıkça kayalar sarplaşıyor. Suyun sesi bir süre sonra gürül gürül mağarayı titreten bir uğultuya dönüşüyor. Derken mağara ansızın bir çıkmaz sokağa girmişsin gibi bitiyor. Burada artık kameramı bırakıyorum ve bu mağara nereye gidiyor diye bakmak üzere çıkmazın ucundaki küçücük kavuğa giriyorum. Kavuğun içi “L” şeklinde uzanıyor, sanki bir salyangozun kabuğuna girmeye çalışıyor gibi hissediyorum. Omuzlarım gittikçe sıkışmaya başlıyor. İçerde sürünerek ilerlemeye çalışıyorum. Su sesi gürül gürül içeriyi doldururken kafamı küçük delikten içeri uzatmaya çalışıyorum. İlerlersem içine yuvarlanacağım su dolu havuzu görüyorum. Ardından buraya gelmekteki amacım neydi diye düşünüyorum. Mağaranın en derin yeri diye bilinen ama öyle olmayan yerde ne işim var diye soruyorum kendime. Dip olmayan dipte sıkışıp kalıyorum öylece. Bir çeşit araf olmalı burası diyorum. Şelaleyi başka zamana saklıyor ve geri dönüyorum.

Ekipçe o noktadan 5 saatte mağaranın çıkışına geliyoruz. Yüzüme çarpan oksijen ve çam ağaçlarının kokusu ciğerlerimi dolduruyor. Gece çıkmış olsam da seni ne kadar özlemişim diyorum yeryüzüne. Kesintisiz 38 saat süren mağara macerasının ardından ayaklarımı asfalta bastığımda ayaklarım önce bir süre uyum sağlayamıyor. Kamp yerine vardığımda üstümdeki çamurla kaplı ıslak tüm kıyafetleri çıkarıyorum. Kuru giysilerimi giyiyor ve kamp ateşinin başına geçiyorum. Herkes yorgun olsa da başarılı ve kazasız bir çalışmanın ardından herkesin keyifler yerinde. Yediğim sıcak bulgur pilavı ve etli patates yemeği şimdi daha bir lezzetli geliyor.

Ateşi izlerken o mağarada yaşayan kadim ataların günlük yaşamını düşlüyorum. Toprak Ana’nın rahmi olarak gördükleri mağaralarda yaptıkları av planlarını, zekalarını ortak bir amaç için birleştirmenin meyvesini aldıklarında yaşadıkları mutluluğu gözümde canlandırmaya çalışıyorum. Mağarada yeni doğan bir bebeği düşlüyorum. Yaratılış’ın mabedinde annesinin onu kucağına aldığı anın büyüsünü duyumsamaya çalışıyorum. Bütün bunlar mağaraların beni neden çağırdığının bir cevabı olabilir mi? İşte bunu bilmiyorum…

105 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page