top of page
  • Yazı: EA Fotoğraflar: Canan Aydın & EA

Eski Dost Eğirdir


Tam 9 sene sonra yine aynı dağın gölgesine sığınıp aynı gölün manzarasına dalıyorum. Eğirdir ilk seferinde beni asker olarak yanına çağırmıştı; şimdi ise belgesel çekmek için oraya sürükleniyorum. Aradan geçen onca sene içinde Eğirdir yavaş şehir ünvanı kazanmış, ben ise çoktan tezkeremi almış eski bir dostu görmeye gider gibi yola koyuluyorum. İlçeye gece vakti giriş yaptığımız için Eğirdir'le tekrar buluşmak için ertesi sabahı bekliyorum. Ekibimiz Yapımcı arkadaşım Canan ve Kamera asistanım Kani'den oluşmakta, ayrıca bu yolculuk boyunca belediyeden bizi gezdirecek bir kişi daha bize katılacak. Bunun için ilk olarak belediyeye gidip rehberimizi almaya gidiyoruz. Piyangodan bu sefer Mustafa karşımıza çıkıyor. Elinde tespihmatiği ile kendine has bir karakter. Önce hızlı bir şehir turu yapmaya karar veriyoruz. Eski eğirdir evi ilk durağımız. şimdi bir kafeye dönüşmüş bu mekanda bize çay ikram ediyorlar. Belli ki bu yolculukta bolca çay içeceğiz. Mustafa yaz mevsiminde bu eski eve gelip bütün gününü burada geçirdiğinden bahsediyor. Biz ise beklediğimizi burada bulamıyoruz. Mekan oldukça karanlık ve basık geliyor bana. Yola devam edelim diyorum. Bu arada beklentilerimizi Mustafa'ya anlatıyoruz. Açık alanlara ve yerel yaşamın devam ettiği yerlere ilgi duyduğumuzdan bahsediyoruz.

Bir kaç türbe gezisinden sonra bu sefer bir mevlevi dergahına doğru yola koyuluyoruz. Mevlevihane fikri beni heyecanlandırıyor. Taki dergahı görene kadar. Çarpık yapıların arasına sıkışmış neredeyse yıkılmakta olan bir yapı çıkıyor karşımıza; bahçesinde ise inşaat kalıntıları ve ne idiğü belirsiz bir konteyner bulunuyor. Yine de merakımdan yapının içine şöyle bir girip bakmak istiyorum. Mustafa mekanla ilgili bir efsane anlatmaya başlıyor. Söylediğine göre mekan alkol içmiş bir adamın içeri girmesine müsade etmemiş. Burada tepem atıyor. Yıkılmak üzere olan dergahın bahçesine hakaret gibi konmuş paslı konteynerı ve inşaat kalıntılarını gösteriyorum. Günah olan hangisi diye soruyorum. Alkol içmiş adamın hikayesi mi yoksa burayı bu hale getirenler mi daha büyük suç işlemiş. Mustafa sessiz kalıyor. Keşke efsanelerin ötesindeki gerçekleri görebilse diye kendi kendime dua ediyorum. Hayal kırıklığı ile dergahı terk ediyoruz.

Ardından Mustafa bizi İngilizlerin 1912'de yaptığı tren yolu hattına götürüyor. 5 kat çıkılmış apartmanların ardında bu Tren yolu bizi bir yamacın önünde karşılıyor. Yamacı tırmanıyor ve tren yoluna çıkıyoruz. Artık kullanılmayan bu hat şimdi eski işgal yıllarının tanıklığını yapıyor. Rayların üzerinde 1912'de yapıldığını belgeleyen yazılar mevcut. Gerçek bir ıssızlığın ortasında hissediyorum kendimi. Ne kadar zor günlerin ardından bağımsızlığın kazanıldığını bu mekanda bir kez daha hissediyorum.

Yeni durağımız 1900'lerin başından kalma bir tren lokomotifi. Şu an her yeri pas kaplamış olsa da zamana bir şekilde direnmeyi başarmış. Sergilendiği alan Askeri bölgenin hemen yanında tellerle çevrilmiş bir yerde. Telleri yasak olsa da aşıyoruz. Hava kararırken çekimleri gerçekleştiriyoruz. Tanılık ettiğimiz gerçek sadece Türkiye'nin geçmişi değil aynı zamanda bugünü de ve bu gerçek ne yazık ki insanın canını acıtıyor.

Otele dönüşte acemiliğimi yaptığım komando okulunun önünden geçiyoruz. Dokuz sene öncesine; babamın okulun kapısına kadar beni bıraktığı o dokunaklı güne dönüyorum. Kapıda ayrıldığımız o anı tekrar yaşıyorum. Nasıl da ağır bir yük sıkıştırmıştı kalbimizi. İkimizin de boğazları düğümlenmiş sessizce vedalaşmıştık. O andan geriye kalıcı bir özlem ve eski bir telefonun çektiği buruk bir fotoğraf kalmıştı.

Mustafa'yı belediyeye bıraktıktan sonra derin bir oh çekiyoruz. Akşam yemeği için ekibe Göl'ün adasında bulunan bir mekanı öneriyorum. Bahsettiğim mekana eski günlerde haftasonu çarşı izni için çıktığımda gelir, iki tek atar balığımı yerdim. Otelden yürüyerek restorana gidiyoruz. Hava beklediğimizden daha soğuk olsa da Mustafa'dan sonra iyi geliyor. Uzun bir yürüyüşün ardından Halikarnas restoranın o tanıdık pembemsi ışıklarını görüyorum. Camekanla kaplı ahşap yapı yıllar sonra aynı naifliğiyle bizi yeniden sıcaklıkla karşılıyor. Göl levreği, patates kızartması ve salataya eşlik eden birer kadeh rakı hepimizin içini ısıtıyor. Yağmur yağarken otelimize dönüyor ve yeni günü karşılamak için uykuya dalıyoruz.

Ertesi gün yağmurlu bir havaya uyanıyoruz. Bunu hesaba kattığımız için tüm çekimlerimizi o gün için kapalı alanlarda planlıyoruz. İlk durağımız Eğirdir'in eski tren istasyonu. Daracık ve ıssız bir sokaktan varılan mekan şimdiki zamandan soyutlanmış ve ne büyük şans ki dokunulmamış halde kalmış. Açıkcası hepimiz buranın böyle kalmasından daha mekana vardığımız anda mutlu oluyoruz. Bakımsız olsa da zevksiz bir çay bahçesine dönüşmediği için belediyeye minnettar oluyoruz.

Eski bir ahşap vagon tren istasyonuna eşlik ediyor. Mekanın büyüsü hepimizi içine alıyor. Kani ve Canan mekanda ardı ardına fotoğraf çekerken ben de bu dokunulmamış güzelliği belgeliyorum. Yağmur ince ince çiselerken istasyon ise bize gizli kalmış güzelliğini sergiliyor. Kızıl ve sarı yapraklı ağaçların arasındaki bu gizli cennet hepimizin keyfini yerine getiriyor. Ama bu rüyadan uyanıp; mekandan ayrılma ve belediyeden Mustafa'yı almanın zamanı geliyor. Çünkü Mustafa bizi filme çekmemiz için semer yapan bir ustaya götürecek.

Mustafa'yı belediyeden alıp arabayı şehir merkezine bırakıyoruz. Kamera malzemesini yüklenip Eğirdir'in ara sokaklarına dalıyoruz. Kısa bir yürüyüşün ardından semerci ustasının atölyesine varıyoruz. Küçük ama içeri ışık alan bir mekanda çalışan usta artık kimse semer almadığı için deri kemer yapmaya başlamış."Bu işten geçim sağlamak mümkün değil şimdilerde. Ne kazandıysam zamanında kazandım, artık sadece vakit geçirmek için buradayım" diye ekliyor. Babadan kalma mesleğinin o ölünce artık sonlanacağını biliyor. Kemer yapışını belgeliyoruz. Bu sırada aklıma Nazım Alpman'ın sevdiğim bir sözü geliyor:"Her yaşlı insan bir kütüphanedir ve o öldüğünde o kütüphane'de onunla birlikte yanar, yok olur" En azından bize düşen görev o kütüphane yok olmadan onu belgelemek diye düşünüyorum.

Yeni durağımız derici amcaya yakın bir yerde bulunan kalaycı dükkanı. Dükkanı iki yaşlı kardeş işletiyor. Mekan bir film setinden fırlamış gibi, 20 sene önce nasılsa o şekilde kalmış. sahipleri de mekan gibi zamana direnmiş bu güne kadar gelmişler. Söyledikleri deri kemer yapan amcanın söylediklerinden farksız. Bu işle geçinmenin imkansız olduğundan devletin verdiği parayla geçindiklerinden bahsediyorlar. İşi devralacak kimsenin olmadığını ve son kuşak olduklarından dem vuruyorlar. Burada bulunmak insanın damağına buruk bir tat bırakıyor. Bulundukları durumu değiştirebilmeleri için yardımcı olamamanın verdiği toplu acizliğin tatsızlığı bu.

Yeni randevumuz eskiciler konağı adı verilen restore edimiş bir mekanda gerçekleşecek. Orada bir bağlama sanatçısı bize bölgenin bir türküsünü çalacak. Konağa vardığımızda buraya geldiğimizden beri gördüğüm en güzel restore edilmiş yerle karşılaşıyorum. Dışı kadar içi de zevkle yenilenmiş ve otele dönüştürülmüş. Bu otantik mekanda bağlama sanatçısı bize müzik ziyafeti yaşatıyor. Ardından konağın eski sahibi olan yaşlı amca da bize katılıyor. Kendi odasını, babasının atölyesini bizlere gezdiriyor. Bir dolu anının yüküyle bize anılarını anlattıkça anlatıyor. Anılara fotoğraflar eşlik ediyor. Siyah beyaz hatıralar gözlerimizin önünden onun anlatımıyla geçiyor. Bu anılara içilen sayısız çay eşlik ediyor. Yağmur konağın pencerelerine çarparken oradan ayrılıyor ve kendimizi arınmak için gökyüzüne teslim ediyoruz.

Diğer durağımız zamanında burada yaşayan Rumların inşa ettği Ayastefanos kilisesi. Ada'da bulunan kilise, kendi halinde sade ve süssüz bir şekilde sakin sokakların arasında kendine bir yer bulmuş. İçeri girdiğimizde bir piyano ve saksılarında susuz kalmış bitkiler bizi karşılıyor. Bu küçük kilisenin anahtarları belediyede bulunuyor. İbadete kapalı olan bu mekan yaz dönemlerinde klasik müzik konserlerine ev sahipliği yapıyormuş. Ekip bu mekanın sessiz tanıklığını yaparken Canan piyanonun başına geçiyor ve içinden gelen tınıları tuşlara döküyor. Piyanodan gelen ezgiler düzensiz olsa bile o an mekanın büyüsü içinde hepimiz rahatlatıcı nağmelere kendimizi bırakıyoruz.

Yağmur bir süre için duruyor. Hava kararırken göl kenarında çekim yapmaya karar veriyoruz. Bulutlar gölün üzerinde dans ederken biz de bu eşsiz manzarayı filme alıyoruz. Yağmurun verdiği bu kısa mola yeniden sona eriyor ve gökyüzü delinircesine yağmur yağmaya başlıyor hava kararırken çekimleri tamamlıyor ve günü göl kenarında sonlandırıyoruz.

Ertesi sabah hava soğuk olsa da güneşli bir güne uyanıyoruz. İlk durağımız Eğirdir'in merkezinde bulunan ara sokaklar oluyor. Güneş bu dar sokaklardan içeri süzülürken farklı simalar yanımıza geliyor. Çoğu inşaat için ölçüm yaptığımızı sanıyor. Onlara belgesel çektiğimizi anlatıyoruz. Bunu duyunca rahatlıyorlar. Objektifimize poz veriyor ve bizi mutlulukla karşılıyorlar. Yaşam alanlarının değiştirilmeyeceğini öğrenmenin mutluluğuyla yanımızdan ayrılıyorlar.

Şehrin dar sokaklarında çekimlerimizi tamamladıktan sonra yeni randevumuz fotoğrafçı Turan Amca ile olacak. Bunun için şehir merkezindeki caminin önünde buluşuyoruz. Yanında tüm eski fotoğraf makinelerini getirmiş. her biri antika ve paha biçilemez değerde. Kutu şeklinde olan makinelerden tutun da Leica'nın ilk modellerine kadar elinde muhteşem bir koleksiyon var. Şehre ve göle tepeden bakan bir noktaya arabayla gidiyoruz. Orada bize makinelerini tanıtıyor. Hepsi hala saat gibi çalışıyor. Tek sorun artık filmleri banyo etmek için gerekli altyapıya sahip değil. Buna rağmen elinde Eğirdir'in 50'li yılllara ait bir sürü fotoğrafı mevcut. Bize basılmış fotoğraflarından hediye ediyor. Bu değerli hediyeleri belgeselde kullanmak için alıyoruz. İçinde Eğirdir'in geçirdiği büyük yangının ve gölün donmuş halinin fotoğrafları da mevcut. Kendisi ilçenin hafızasını yıllar boyunca fotoğraflarla canlı tutmuş ve bugüne kadar taşımayı başarmış. Turan amca ile adanın ara sokaklarına dalıyor ve fotoğraf çekiyoruz. Kendisi tüm fotojenik noktaları avucunun içi gibi biliyor ve onun rehberliğinde güzel kareler yakalıyoruz.

Ardından Eğirdir'in Selçuklulardan kalma camisini belgelemek için Turan Amca'nın yanından ayrılıyoruz. Camiye vardığımızda öğle namazı kılınıyor. Yerli halk ibadetini gerçekleştirirken onları belgeliyoruz. Hepsi anlayışlı ve hoşgörülü. Hatta kadınlar kısmına girmemize bile izin veriyorlar. İşte o zaman gerçek inancın ne demek olduğunu görüyorum. İçten pazarlıksız, politikadan uzak, yaradan ve inanan arasındaki o güçlü bağa tanık oluyorum. Dışardan geleni kucaklayan, iyi dileklerde bulunan insanları gördükçe umutlar artıyor, enerjimiz yükseliyor. Cami ise kare planlı, sıralı sütunlu, giriş kapısı ince işçilikle bezenmiş klasik Selçuklu yapısına sahip bir mabet. İçeriye girdiğinizde mekanın büyüsü sizi içine alıyor: Dışarıda ise kemerli kapısına inşa edilmiş minaresiyle özgün bir mimari sunuyor ziyaretçilerine. Günümüzün müteahhit camilerinden tamamıyla farklı bir sanat eseri. Eğirdir'e yolunuz düşerse atlanmaması gereken bir eser olarak ilçenin kalbinde yer alıyor.

Eğirdir'e gelmişken görülmesi gereken bir başka nokta ise tabi ki elma bahçeleri. Elma Eğirdir'in alameti farikası; buna karşın içinde bulunduğumuz Ekim ayına kadar ağaçlardan elmalar çoktan toplanmış. Sadece "Pink Lady" adı verilen bir cins daha geç toplanıyormuş. Bu yüzden Pink Lady avı için yola çıkıyoruz. Güneş batarken Kovada gölü yolunda karşımıza bu cins elmadan çıkıyor. Çok sayıda olmasa da dalında elmaları çekiyoruz. Ardından dönüş yoluna koyuluyor ve otelimize dönüyoruz.

Son günümüze Mustafa'sız başlıyoruz. Amacımız gölde balıkçılık yapan birilerini bulmak. Balıkçılar kooperatifinin önünde kırmızı serçe arabasından inen bir amca görüyoruz. Canan, amcaya "Bizim bir balıkçıya ihtiyacımız var" diyor. Amca "Ben balıkçıyım birazdan balığa çıkacağım. isterseniz gelin" diyor. İyi olacak hastanın ayağına doktor gelirmiş diyerek amcanın tekneye atlıyoruz. Kendisi bir kerevit avcısı ve üç gün önce attığı ağları toplayacağını söylüyor. Normalde balık ağları günlük toplanması gerekirken; kerevit ağları üç dört gün bekleyebiliyormuş. Kerevitleriyle ünlü bu gölde ağların toplanmasına tanık olmak hepimizi heyecanlandırıyor.

Gölde açılıyoruz ve ağının yerini gösteren şamandıraya varıyoruz. Ağını çekmesiyle birlikte şenlik başlıyor. Bir dolu kerevit tekneye doluşuyor. İki kasa kerevit çekiyor. Altın rengi bu kerevitin İskandinav ülkelerinde değerinin bilindiğini ve kilosunun 200 euro'ya kadar satıldığını söylüyor. Yurt içinde ise tüketilmediği için kilosunun 6 liraya kadar düştüğünü öğreniyoruz. Av sırasında kerevitler hakkında başka önemli bilgilere daha ulaşıyoruz. Balıkçı Amca, 1985 yılında gölde yaşanan kerevit vebası yüzünden türün neredeyse tükendiğini ve 15 sene boyunca görünmediğinden bahsediyor. 2000'li yılların başında gölün kendisini tekrar toparladığını ve kerevit avının yeniden başladığını mutlulukla anlatıyor. Erkeklerin büyük kıskaçlarından tanınıp dişilerin ise geniş kuyruklarından ayrıldığı bilgisini bize veriyor. Ava çıkmadan önce bilmediğimiz bir çok şeyi öğrenmiş olmanın verdiği sevinçle avı tamamlıyor ve kıyıya dönüyoruz.

Eğirdir de son durağımız seyir terası oluyor. Göle ve ilçeye hakim bu nokta bize eşsiz resimler veriyor. İçine girdiğinizde karşılaştığınız çarpık yapılaşma bu yüksek tepeden anlamını kaybediyor. İlçenin etkileyici manzarası gölün içine doğru sokulurken bulutlar aceleyle gökyüzünde süzülüyor. Gölün kurşuni rengi davetkar bir görünüm sunarken yüzeyde kerevit avcılarının tekneleri kalem gibi çizilmiş izler bırakıyor. Biz ise yoğun bir seyahatin yorgunluğu üzerimizde yeni ufuklara doğru yelken açmaya hazır halde arabamıza atlıyor ve yola koyuluyoruz. Ardımızda bu sakin yerleşimin doğrularını ve yanlışlarını bırakıyoruz. Dokuz senelik ayrılığın ardından; bu kez daha bilinçli, daha tarafsız bir gözle bu eski dostuma bakıyor ve elveda diyorum.

123 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page