top of page
  • Yazı ve Fotoğraflar: EA

Hades'e İniş


Uyandığımda nerede olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Duvarları tanıdık olmayan eski bir köy evindeydim. Üstümde kalın bir yorgan beni evin soğuğundan korumuştu. Yavaş yavaş bulanık hatıralarım netleşmeye başladı. Burası obruğa girmek için geldiğimiz Akseki'nin Bucakalan köyünde kaldığımız eski köy konağının odalarından biriydi. Burası Aspeg'li (Anadolu Speleoloji Grubu) Akümak'lı (Akdeniz Üniversitesi Mağaracılık Kulübü) ve Emak'lı (Ege Üniversitesi Mağaracılık Kulübü) mağaracılara ev sahipliği yapıyordu. Bu uyandığım yer bugün benim için çok önemli bir olaya tanıklık edecekti. Tükiye'nin en derin tek inişli obruğunu keşfedecek ve belgeleyecektim. 305 metrelik bir boru gibi dümdüz inen bir obruk olduğunu söylemişlerdi. Öyleki bir taşın bile yere düşüşü 6 saniye sürüyormuş. Eğitimlerimi almıştım ama yeni bir mağaracı olarak bu inişe hazır mıydım emin değildim. İniş ilkel korkulara kapılmadığınız sürece tek başına sorun olmasa bile çıkış için yeterli kondisyona sahip miydim onu da görmüş olacaktım. Bir mağaraya girmek ya da girmemek tercih meselesidir. Yani ben istemiyorum girmeyeceğim diyebilirsiniz. Ama girdikten sonra çıkmaktan başka bir seçenek yoktur. Tabi hayatınızda geri kalan son günlerinizi mağarada geçirmek istemiyorsanız. Bu fikirler içinde yatakta doğruldum ve obruğa girmeyi tercih edeceğim dedim kendi kendime. Ardından giyinip konağın mutfak ve antre bölümüne açılan odanın kapısından dışarı çıktım.

Konakta bir hayli kalabalıktık. Mutfakta kahvaltı telaşı, antrede ise malzemelerin toplanmasının heyecanı vardı. Bahçeye çıkıp güneşi görmek için dış kapıya yöneldim. Bahçede ipler toplanıyor mağara çantalarına yerleştiriliyordu. Güneş yüzümü ısıtmaya başlamştı. Mağaraya gireceğimden midir nedir yüzümü güneşin ısıtan ışınlarıyla yıkamak her zamankinden daha çok hoşuma gidiyordu. Şimdi renkler daha bir güzel, çimler daha yeşil gökyüzü daha maviydi.

Hızlı bir kahvaltının ardından bu heyecanlı curcunayı filme almaya karar verdim. Ama önce kahvaltı yapılmalıydı. Çünkü biz hobbitler kahvaltı etmeyi her zaman çok severiz. Gün ışığının altında hazırladığım kahvaltı tabağında sucuklu yumurta, peynir, zeytin, domates vardı ki oldukça mükellef bir sofra olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. Bu sırada mağaracı arkadaşım Alper'le aşağıya çekim için indireceğimiz malzemelerin listesini yaptık.

Kamera omzumda asılı inecektim ve bu süreçte kameranın üstüne takılı lens önemli bir ayrıntıydı; çünkü inişin tümünde aynı lensi kullanacaktım. Bu nedenle kendime uygun diyaframlı bir lens seçmeye karar verdim. 28mm 2.8 macro sigma lens bunun için uygundu.Önceliğim obruk içinde yeteri kadar ışık alabilen bir lens seçmekti. Çantaya ise 70-300 ve 24-105 lensler ile led aydınlatmalar, yaka ve shotgun mikrofonları yerleştirdik. Yedek bataryalar ve hafıza kartlarını da kutuladık ve hepsini sarıp sert kanyon çantamızın içine yerleştirdik. Çantayı mağarada elim ayağım olan Alper indirecekti.

Üstümüze mağara tulumlarımızı ve tit (tek ip tekniği) setlerimizi giydikten sonra obruğa doğru yola çıkmaya hazırdık. Ender, Oktay, Ümit, Elif, Ertuğrul, Alper ve benden oluşan ekip 7 kişiydi. Hepimiz için bu fizyolojik olduğu kadar psikolojik bir mücadele de olacaktı. Yarım saat süren ve makilik bir tepeye yapılan yürüyüşün ardından obruğa vardık. Obruğun girişini gördüğüm an aklıma "Alice'in Harikalar Diyarı"na indiği o mağara geldi. Ufacık bir delikten nasıl bu kadar derine iniyor diye düşündüm. "Demek ki bazen gerçeklerle masallar birbirine karışıyormuş böyle" dedim kendi kendime.

Mağarada iniş için döşeme yapılacaktı, döşeme yapılırken biz de arkadan inecek çekim yapacaktık. Öncelikle Ümit ipi sağlam bir ağaca Elif'in yardımıyla bağladı. Ender ise oradan uzanan ipi mağaranın girişinde uygun yerlere çakılmış boltlara tutulu karabinlere düğümledi. Buradan önce 40 mt'lik bir inişle küçük bir balkona çıkılacak oradan ise 305 metreye iniş gerçekleşecekti.

Ender inişe geçtikten hemen sonra Oktay ve Ümit arkadan takip etti. Onların ardından sıra bana gelecekti. Böyle beklemeler stresimi arttırmaktaydı. Çünkü artık öyle bir noktadaydım ki ne mağaraya girebilmiştim ne de tam anlamıyla dışarıdaydım. Tam anlamıyla arafta hissediyordum kendimi. İki dünya arasında sıkışıp kalmış gibi birinden diğerine geçmeyi bekliyordum. Ümit'ten ipin boş olduğu işareti geldikten sonra artık ipe girme sırası bana gelmişti.. Bu bekleyişin ardından karnımın zil çalmaya başladığını hissettim. Bu farklı bir açlık hissiydi ve durdurmak için çantama ekmek istedim. Açlıkla birlikte korku tüm vücudumu sarmıştı.

Kendimi bir mağaracıdan ziyade kurbanlık koyun gibi hissediyordum. Buraya girmekten yana kullandığım tercihimin doğru olup olmadığını sorgulamaya başlamıştım. Bu ilkel korkularımın üstüne geçen ise merak duygum ve aşağıyı belgeleme ayrıcalığına sahip olma tutkusuydu. Bu duygular içinde daracık delikten geçerek kendimi Alice'in harikalar diyarının kapısından içeri bıraktım. Biraz indikten sonra omzumdaki kamerayı elime aldım ve başımın birkaç metre üstünden son kez içeri sızan gün ışığına çevirdim kameramı. Işık içeri doğru fütursuzca dolmak isterken, obruğun derinliği ona izin vermemeye kararlıydı. Karanlıkla baş başa kalmadan evvel son kez gün ışığını selamladım ve inişe devam ettim.

Obruğun içine göz attığımda altımda karanlık uzanmakta, duvarda ise bir yarasa bana hoş geldin demekteydi. Daha ilk dakikalarda mağaraya ait tüm klişeleri görmüştüm ama sıra klişelerin ötesine gelmişti. Çünkü inmem gereken koca bir 305 m. vardı.

Kendimi derinliklere bıraktım. 40 m'lik ilk inişten keyif almıştım. Mağara sanki beni hoş karşılamıştı ya da ben öyle hissediyordum. Kendimi güvende ve sakin bir ortamda bulmuştum. İlk korkum geçmiş yerini keşfedecek olmanın verdiği tatlı heyecana bırakmıştı. Balkona indiğimde karşımda Ender'i buldum.Açıkçası bu beni rahatlatmıştı. "Sen döşeme yapmayacak mıydın?" diye sordum ona. O da Oktay ve Ümit'e sürpriz yaptığını söyledi. Döşemeyi onlara bıraktığını inişi peşi sıra yapacağımızı söyledi. Bana mağaracılığı öğreten adamla aşağı inecek olmam kesinlikle çok iyi haberdi. Bu haber Oktay ve Ümit için ne kadar iyiydi bilinmez ama ikisi de deneyimli mağaracılardı ve bu mağaranın döşemesini pekala yapabilirlerdi.

Karnım hala zil çalıyordu. Çantamdan sandviç ekmeğimi çıkardım. Ender'le ayaküstü sandviçleri mideye indirdik. Ardından Ender "İlk inişte korktun di mi? diye sordu. Eliyle bir yandan da Yusuf yusuf hareketi yapıyordu. "Üç, üç buçuk, dört tüm sayıları attım" diye cevap verdim.

Ardımızdan Alper ve Ertuğrul'da geldi. Yukarıda sadece Elif kalmıştı. Ertuğrul mağaracılığa 7 sene ara verdiği için buradan itibaren inişe devam etmeyeceğini söyledi. Onun yerine kendimi koydum ve içinde bulunduğu psikolojik mücadeleyi anlamaya çalıştım. Eğer benim de inişte hissettiğim şey huzur olmasaydı ben de onunla aynı kararı verir dönüşü seçerdim. Buna rağmen mağara beni daha dibe çekiyordu. Gel diyordu sanki, sana gösterecek nice güzelliklerim var diye derinlerden sesleniyordu.

Ender'le obruğun balkonunda biraz mağaracılık üstüne muhabbet ettik ben de onun deneyimlerini aktardığı bu bölümü kayda aldım. "Mağaracılıkta en önemli şey ip kayaya sürtmeyecek. Çünkü en zayıf halka iptir" diyordu. Bir de bu obrukta taş düşürmenin diğer mağaralara kıyasla daha tehlikeli olduğundan bahsetti. "Çünkü yükseklik ve yerçekimi nedeniyle, zeytin çekirdeği büyüklüğünde bir taşın bile burada tehlike yaratabileceği gerçeğiyle karşı karşıyayız" dedi. Ardından "Hadi inelim baba, zaman kaybedip üşümeyelim" dedi. Seri hareketlerle kendini ipe bağladı ve ustaca kendini aşağı doğru bıraktı.

Enderin ardından Balkonun 305 metreye inen kısmının kıyısına geldim. Emniyet karabinim takılıydı. Desandörü ipe geçirdim, kilidini attım ve kendimi emniyet karabininden kurtardım. Bunları yaparken aşağıya bakmayı daha akıl edememiştim. Obruk derinlere doğru bir boru gibi inmekte ve çok uzaklarda Oktay ve Ümit'in ışıkları görünmekteydi. Manzara ışıksız bir gecede yıldızları izlemek gibiydi. Derinlerde güneşler devinmekte kendi yörüngelerini çizmekteydi. Mesafe çok fazla dedim kendi kendime. Bu yükseklikte etrafın karanlık olması beni daha rahat hissettirdi. Belki içerisi aydınlık olsaydı bu inişin boyutuna kalbim dayanamazdı; öyle ki 5 Boğaz köprüsü yüksekliğindeki mesafeyi insan hafızasında canlandırdığında bunun akla pek uygun bir hareket olmadığına kanaat getirir.

Yavaş yavaş 100 metredeki istasyona kadar indim. Ender istasyonda beni bekliyordu. O yükseklikte biraz muhabbet edip biraz çekim yaptık. Acele etmiyorduk çünkü aşağıda döşeme devam ediyordu ve inebilmemiz için aşağıda boltların çakılmış olması gerekliydi. Beklerken ışıklı üzüm salkımlarını andırıyorduk. O bekleyişlerde ara ara stres seviyemin yükseldiğini hissediyordum. çünkü bulunduğum yer hakkında düşünmek için bolca zamanım oluyordu. İşte bunlar çok kritik anlardı. Eğer kendimi, beni tetikleyen bu stres dalgalarına bırakırsam paniğin beni ele geçireceğini biliyordum. Panik bu derinlikte ihtiyacım olan en son şeydi.

Bu yüzden ipe sarıldım ve kafamı beni hayata bağlayan ipe dayadım. Titreşimlerini hissedebiliyordum. O an Dünya ve Yaşam bana her şeyden daha güzel gelmeye başladı. İyi ki de yaşıyorum, iyi ki de güneş var dedim kendi kendime. Bu hisler beni rahatlattı. Artık fiziksel durumuma konsantre olabiliyordum. Bacaklarımda uyuşma hissettim. Bacaklarıma kan gitsin diye el Jumarımı ipe taktım ve ayak üzengimin üstünde yükseldim. Sıkışma hissim geçmişti. Bu sırada istasyonun açıldığını ve inişe geçebileceğimizi söyledi Ender. Onun ip boş komutunun ardından ben de yeniden desandöre bıraktım kendimi. İpten aşağı usulca kayıyordum. Aşağıda Oktay ve Ümit'in ışığı daha da uzaktaydı. Bir tahminde bulunmam gerekirse 150 metre kadar daha derinde ufacık ışık noktaları olarak görünüyorlardı.

Mağara duvarlarına basarken taş düşürmemeye çalışıyordum. Önce basacağım yerlere bakıyor ve dikkatle ilerliyordum. O mesafeden aşağı taş düşürüp kimsenin hayatını riske atmamam gerektiğinin bilincindeydim. Mağaracılığın belki de en değerli duygusu işte buydu: Kendi hayatına gösterdiğin özeni başkasının hayatına da aynı özenle göstermen ve bir bakıma hayatını mağaracı arkadaşlarına teslim etmen. Bu gerçekten eşsiz bir his ve sahip olduğun sorumluluk duygusu insana insan olduğunu hatırlatan adeta bir hediye.

Bu gerçekler aklımdayken inişe devam ettim. Sonu gelmeyen bu çukur, derinliğe doymaz bir mekan. Oluşumu için milyonlarca yıl boyunca yeraltı suları ile zamanla aşınmış ve

sonra aniden çökmüş bir delik. Burası küçücük girişinin altında devasa büyüklükte unutulmuş karanlık derinler barındıran Hades'in evi.

Sonunda aşağıda ışıklara yaklaşığımı hissediyorum. Dibe yaklaştığım duygusu içimi gıcıklıyor. Biraz hızlanmak ve bir an önce dipte olmak istiyorum ama ip çamurlu ve şişmiş olduğundan hızlı inmeme izin vermiyor. Sabırla kendimi ipe bırakıyorum.

Ayaklarımı yere bastığımda sanki çok uzun zamandır görmediğim bir dostuma kavuşmuşçasına mutlu oluyorum. Ender bana sarılıyor ve gerçek mağaracılığa hoş geldin diyor. Afallamış haldeyim ve yere alışmak zamanımı alıyor. Bir süre dinlenmem ve sakinleşmem gerek. bunun için mağaranın bir köşesine oturup nabzımın normale dönmesini bekliyorum. Bu sırada Alper'de ardımdan inişini tamamlıyor. Çantayı güvenli bir yere bırakıyor ve kahveyle yanıma geliyor. kahveyi içtikten sonra kendime geliyorum. Malzemeleri çantadan çıkarıp led ışıklarla galeriyi ışıklandırıyoruz ve mağara tüm güzelliklerini sergilemeye başlıyor.

Yüksek tavandan aşağı uzanan travertenler sanki devasa bir yıldız kümesini barındıran galaksiler gibi parıldıyor. Su damlalarının milyonlarca yılda yarattığı eşsiz dikitleri görüyorum. Her damla kuantum evreninde yeni bir öngörülemezlik yaratıyor. Galerinin zemini kusursuz bir çamurla kaplı. İnsan zemine basarken suçluluk duygusu hissediyor. Sanki çocukken yağan ilk kara basmaya kıyamayan bir çocuğun naifliği ile galeri de yürüyorum.

Çamurların yarattığı mucize oluşumlara bakıyorum. Her biri farklı bir yapıda olan bu oluşumların kimi minyatür bir peri bacası şeklinde kimi bir piramit denizine dönüşmüş. Çamur bazı yerlerde Pamukkale travertenleri gibi galerinin zemininde berrak gölcükler yaratmış. Her yer çamurken suyun bu kadar berrak olması hayretler verici.

Bu sırada Ender bana bir kavuk gösteriyor. Tek kişinin sığabileceği bu kavuğa girince harikalar diyarının bir bölgesi daha gözlerimin önüne seriliyor. Bu küçücük odanın içine bezeli minik sarkıtlar minyatür bir mağaraya girmişim gibi hissettiriyor bana. Sarkıtların ucundaki su damlaları sabırla orada bekliyor. Belki bir damlanın asılı olduğu sarkıttan damlaması saatleri buluyor.Bu eşsiz su saatlerinin arasında ben de zamanı unutuyorum. elimdeki ışığı kavuğun tüm köşelerinde gezdiriyorum. Her bir ayrıntıyı akılda tutmak istiyorum ve burada bulunan hiçbir detayı unutmamak için kendi kendime ant içiyorum.

Kavuktan çıktığımda ekibi inişi tamamlamış ve galeriye rahat bir salonmuşçasına kurulmuş halde buluyorum. Kahve-kuş üzümü eşliğinde muhabbet ederlerken Ender "Hades'in evindeyiz işte; karanlıklar ülkesindeyiz" diyor. Ardından da ekliyor: "Tanrıya yaklaşmak için karanlıklara inmek şart hocam. yani tam bir ikilem içindeyiz." deyip gülüyor.

Ne kadar doğru bir tespit yaptığını düşünüyorum. Yukarıda ipte asılı beklerken yaşama ve güneşe ne kadar ihtiyacım olduğu aklıma geliyor. Hayatı ne kadar sevdiğim ve küçük sıkıntılarla hayatı kendime zehir etmemem gerektiği gerçeği ile işte tam bu delikte yüz yüze geliyorum. Eğer Hades'e yaşamı kutlamak için inmişsem ve kutlayabiliyorsam; demek ki Tanrıya doğru, bir adım atmışım demektir.

Artık çıkış vakti geliyor. Önce Oktay, ardından Elif, Ender ve Alper çıkıyor. Onların ardından ben de ipe giriyorum. Kondisyonumun ne kadar yeterli olacağı konusunda soru işaretlerim olsa dahi mağara da kalmak gibi bir niyetim yok. Bu yüzden jumarlamaya başlıyorum. İstasyonları birer birer geçiyorum. ipin en ucuna sarılı etikette 100 metre yazısını görmek beni sevindiriyor. Her istasyonda verdiğim su araları ise vücudumu canlandırıyor. Avuçlarım jumarlamaktan dolayı ateş gibi yanıyor. İp üzerinde Kendimi bir tırtıl gibi hissediyorum. Avuçlarının içi yanan bir tırtıl üç buçuk saatin ardından balkona ulaşıyor. Geriye sadece 40 metre kaldığını bilmek bitmiş pilimi biraz daha şarj etmemi sağlıyor. Yeniden suyumu içtikten sonra beni dışarı taşıyacak son ipe giriyorum. Yarım saatlik yavaş tempo bir çıkışın ardından 4 saatin sonunda karabinimi çıkış kulakçığına takıyorum. Kendimi mağaranın o küçük deliğinden dışarı atıyorum ve yere adeta kapaklanıyorum. Cenin pozisyonunda bir süre kalıyorum. Dışarıda güneş çoktan batmış gecenin bir yarısı olmuş. Yeniden doğmak için uygun zaman diyorum. Karabinim bir göbek bağı gibi hala kulakçığa takılı ve kendi başıma kordonumu çıkarıyorum. Kıçıma bir şaplak atsalar ağlayacak gibiyim. Ayağa kalktığımda ilerde köyün ışıklarını görüyorum. Bir gece yarısı çılgınlar gibi yürümeye başlıyorum bana yüreğini açan doğaya teşekkür ederek...

217 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page