top of page
  • Yazı: EA Fotoğraflar: Nazmiye Şeralioğlu

Lafla Peynir Gemisi Yürür


Peynir üzerine ne anlatılabilir ki? Ben de Ezine'ye gidene kadar bunu düşünüyordum ki; bu bölge bana peynirden çok daha fazlasını verdi.

Sunucumuz Wilco, yapımcımız Nazmiye ve asistanımız Ege ile Ezine Peyniri üzerine belgesel çekmek için peynirin başkentine gidiyoruz. Kiralık arabamız ile Planlanandan iki saat geç yola çıksak bile keyifler kaçmıyor ve yüzler gülüyor. Konuşulan ilk konu tabi ki Bursa'dan mı yoksa Tekirdağ üzerinden mi gideceğimiz oluyor. Birden Batıya gidelim diyorum. Bu karar yolculuğun seyrini tamamıyla değiştiriyor. Nedenini sonraya saklayalım. Tekirdağ'da verilen doğal köfte molasının ardından Lapseki feribotlarına varıyoruz. Yalnız bir sorun var feribota hala üç kilometre mesafe var ve biz sonsuz görünen bir araba kuyruğunun ucundayız. Hava cehennem gibi sıcak ve klimaları sonuna kadar açsak bile beklemek insanı terletiyor. Gıdım gıdım ilerleyen kuyruk herkesin aklına "doğudan mı gitseydik acaba" sorusunu getiriyor. Haklılar çünkü ancak 2 saatin ardından bizi Lapseki'den Çardak kasabasına götürecek feribota binebiliyoruz. Feribot oldukça nostaljik bir havaya sahip olsa da, Yolcu bölümü tavanına kadar kıtı kıtına sığan tırları ile ayrı hikaye. Bu tırların kimisini düz kimilerini ise geri geri sokmaları feribotta yaşanan hengamenin ipuçlarını tüm konuklara veriyor. Ayrıca ilginç bir uygulama var. Feribota Binmeden kapıda belediyeye 5 TL park parası ödeyip ardından feribot içinde araba için 50 TL daha ödüyorsunuz. Belediye herhalde bu araç kuyruklarını hesaba katarak bununla ilgili herkese ceza kesiyor. Feribot curcunası burada bitmiyor

Çardak'a yanaşmak için bir yarım saat daha bekliyoruz. Çünkü liman bir feribotun yanaşmasına ancak yetiyor ve araç almak için yanaşık vaziyetteki feribota tırları sığdırmak doğal olarak kolay iş değil. Arada; yaşlı bir teyze park ettiren görevli ve tır şöförüne nasıl yanaşması gerektiği ile ilgili akıl veriyor. Diğer taraftan liman kalabalık ve yerli halk Kabotaj Bayramı'nı kutluyor. Yoğunluk limandan kasaba meydanına kadar ulaşıyor. Bu sırada limanın bize yakın uç kısmında bir hareketlilik fark ediyorum. İnsanlar Limanın hemen ucundan denize doğru uzatılmış bir direğe bakıyorlar. 5 metrelik bu direk gres yağıyla kaplı ve ucunda bayrak asılı. Sonradan bir yarışmanın süregeldiğini anlıyorum. Kendine güvenen gençler direk üzerinde kaymadan bayrağı almaya ve ardından sağ salim suya atlamaya çalışıyor. Bir anda alkış sesleri kopuyor ve günün kahramanı tüm meydanda ilan ediliyor. Protokolün yanına çağrılan kahraman tebriklere boğuluyor. Surviver'dan bu tip yarışlara alışkın halk ise adanın şampiyonunu alkışlıyor.

Sonunda önümüzdeki feribot dolum işlemini tamamlıyor ve onun boşalttığı boşluğa bizim feribotumuz ters yanaşıyor. Bizim yanımızda yolcu tavanına kıtı kıtına sığan tır geri geri çıkıyor. Taşıdığı samanları üzerimize dökmediği için hepimiz minnettarız. Ardından feribot yeniden hareketleniyor ve bu sefer düz yanaşıyor. Feribottan indiğimizde hepimiz sevinç çığlıkları atmak isterken Kabotaj Bayramı trafiğine takılıyoruz. Her bayramın trafiğine bir kere girmişliğim vardı ama hiç Kabotaj Bayramı trafiğine yakalanmamıştım. Yağlı direk müsabakası ile ilginç bir bayram kabotaj bayramı. Tarihi önemine diyecek bir şeyim yok ama yağlı direk nedir arkadaş... Bu arada ben de kılavuzu karga olan atasözünü hatırlıyorum. Trafikten kurtulup Ezine'ye varmamız bir saatimizi daha alıyor ve 10 saatin ardından varış noktamıza ulaşıyoruz.

Otelimiz Anadolu kent otellerinden; zemin katında avizeci yer alıyor ve neon ışıkları ile sokağı aydınlatıyor. Neredeyse bir an kendimi Uzakdoğu'da hissetmeme neden oluyor.

Çekim günümüz Ezine'de bir köy evinde başlıyor. Aile gerçek bir geniş aile öyle ki çoluk çombalak torun tombalak hepsi orada. Ailenin en büyüğü olan teyzenin yaptığı Ezine Peynirli gözleme ve peynir tatlısının yapılışını çektikten sonra bunları yemek de bize kalıyor. Sıcak demeden midemi dolduruyorum. Ardından pişman olsam da artık çok geç.


Çekimin ardından bölgede yer aldığını duyduğumuz antik şehir Alexandria Troas'ı keşfe çıkıyoruz. Antik yerleşime vardığımızda bir metropol ile karşılaşıyoruz. Burası Bozcaada'nın güneyinde Dalyan köyünün bitişiğinde yer alıyor. M.Ö. 306'da kurulan kent Büyük İskender'in adını şereflendirmek için kurulmuş. Bir Liman şehri olarak gittikçe gelişip zenginleşen şehir 2 yüzyıl ardından Kuzeybatı Anadolu'nun da ana limanı oluyor. Bu hızlı gelişim nüfusun artması ile sonuçlanıyor ve Alexandria Troas 100.000 kişilik bir şehir haline geliyor. Antik çağın bu dev şehri şimdi meşe ağaçlarıyla kaplı bir ormanın içinde yıkık halde ziyaretçilerini bekliyor. İnsan orada her şeyin geçiciliği üzerine düşünmeden edemiyor. Dev şehrin yıkık yapılarına baktığımda eski zamanları düşlüyorum. İnşa edenlerin kibirlerini duyumsamaya çalışıyorum.

Issızlıkta esen sıcak rüzgarın kaldırdığı toz şehrin üstüne bir ölü toprağı gibi yayılmış şimdi. Hikayesini anlatacak kimse kalmamış ve üç beş ziyaretçinin dışında ismi bile anılmıyor günümüzde. Zaman böyle bir şey işte insan yaratısı olan her şey önce yıkık yığınlara ardından toza ve çamura dönüşüyor. Şehir hakkında ilginç bir bilgi öğreniyorum. Osmanlı döneminde şehrin Türkler arasında "Eski Stambul" olarak bilinmesi gerçeği. İsmin İstanbul'la çağrıştırdığı benzerlik yaşadığım şehre de başka bir gözle bakmamı sağlıyor. Acaba zaman İstanbul için nasıl bir gelecek saklıyor.

Gelecekte bir gün istanbul'a da insanlar bizim Alexandria troas da yaptığımız gibi ziyarete gelip yıkık şehrin hikayesini merak edecekler mi? Bunu bilmek imkansız olsa da Alexandria Troas'ı gördükten sonra her şeyin mümkün olabileceğini anlıyor insan. Wilco'nun dikkatini bir karınca yuvası çekiyor. Binlerce karıncanın girip çıktığı yuva içinde bulunduğumuz yıkık Metropol'ü anımsatıyor bana. Şehrin pazarına alışverişe gelmiş insanları, limanları doldurmuş denizcileri düşünüyorum o karınca kolonisine bakarken.

Sonra evrende kapladığımız yere bakıyorum ve kendimi bu karıncalardan ayıramıyorum.

Bir peynirin beni getirdiği yere hayretle bakıyorum. Şehrin limanında çekim yapıyoruz ve denizde yatan antik sütunların arasında Wilco beyaz peynirli sandviç yapıyor. Günü burada tamamlıyor ve ertesi gün için neonlu otelimize geri dönüyoruz.

Ertesi gün çekimlerimiz peynir üretim tesisinde başlıyor. Sütün mayalanması ve peynir haline gelişini filme alıyoruz. Çekimin zor olduğunu söylemem gerek çünkü peynir kokusu insanın üstüne siniyor ve yaz sıcağında buna katlanmak gerçekten zor. Hassas burna sahip metabolizmalara bayılmak garantisi veriyor.

Oradan ineklerden süt sağımını görüntülemek için bir çiftliğe gidiyoruz. Makinelerle ineklerden süt sağdıkları koridora kamerayla girdiğim anda hayvanlar benden korkuyor ve bağırsaklarında ne var ne yoksa boşaltıyor. Daracık koridorda kaçacak yerim olmadığından ben de üzerime düşen payı kameramla birlikte alıyorum. Vizörümün üstüne ve tshirtüme sıçrayan dışkıları temizlemek çok keyifli değilmiş onu anladım. Ayrıca inekleri korkuttuğum için gerçekten üzüldüm.

Son çekim günümüzde çekimlere çobanlık yapan bir çiftin ağılında başlıyoruz. İsmail amca ve Fatma teyzenin sütlerini aldığı keçiler ve koyunlar onların her şeyi. İsmail amca "onlar aç ise ben de açım En iyi yemlerle besliyorum onları. Hepsi benim canlarım" diyor. Onların bir günlük yaşamlarına konuk oluyor hayatlarının zorluğuna şahit oluyoruz. Buna rağmen coşkularını ve umutlarını kaybetmeyen bir çifti tanımak beni mutlu ediyor.

Çekimin son bölümü için seçtiğimiz yer ise Alexandria Troas'ın taş madeni oluyor. Ezine'nin Yahya Çavuş köyüne yakın bir yerde bulunan bu maden de antik şehirle aynı yaşta. Asıl hayret verici olan ise madende terk edilmiş olan 12 metrelik koca sütunlar. 4 kişinin ancak çevresini sarabileceği bu koca sütunlar o kadar kusursuz kesilmişler ki nasıl bir teknik kullandıklarını insan bu mekanla yüz yüze kalınca anlıyor. Ayrıca bu sütunların benzerlerini daha önce nasıl limana taşıyabilmişler diye de düşünmeden edemiyorum. Eğer Erich Von Daniken bunları görse işin içine kesin uzaylıları katardı ki gerçekten insan işi eserler değiller. Farklı bir mesleki sırra sahip olmadan yapılması gerçekten imkansız görünen bu sütunları güneş batarken terk ediyoruz. Anadolu bir kez daha beni şaşırtmayı başarıyor. Lafla peynir gemisi yürümez derler ama sanırım bu kez peynir gemisi lafla pekala yürüyor. Ben de peynir deyip geçmemeyi öğreniyorum.

64 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page