top of page
  • Yazı: EA Fotoğraflar: Barış Kılınç &

Tanrının Kepçesi "Kayaağıl"


Uzaktan ona yaklaşırken olağanüstü bir şeyle karşılacağıma daha göz önüne çıktığı ilk anda anlamıştım. Obruklar hakkında hiçbir şey bilmeyen ben, o güne kadar ne çok şey kaçırdığıma daha dağın üstündeki devasa çukuru arabadan o an gördüğümde emin oldum. Ender "200 metre genişlik 400 metre uzunluk ve 100 metre derinlik. İşte Tanrının Kepçesi" diye obruğu tanıtırken ne önemli laf ettiğini şimdi daha iyi anlıyorum.

Dikmen köyünden dev çukura doğru uzanan eski bir dere yatağı bu zorlu arazinin çıkış noktası. Köylüler buna kesek diyor. Ender de durumu "keseği bulduk mu köyden obruk 40 dakika" şeklinde anlatınca hepimiz rahat rahat ikişer çantayı yükleniyoruz. Keskin kayaç yapısıyla aşacağımız yol; düşüp ciddi yaralanmalara sahip olabilecek zorlu bir jeolojik yapıya sahip. Tüm Toroslar ve dolayısıyla Akseki bölgesi kireç taşı. Bu yüzden mağaralar bölgesi olarak biliniyor. Suyla şekillenen bu yapı mağaraları oluşturduğu gibi; kireç taşından dağlar da kışın kar yüzünden bıçak gibi bileniyor ve gittikçe keskinleşiyor. Karların oluşturduğu bu keskin kayaç yapılarına ise "Lapya" adı verilmekte.

İlerlediğimiz bu eski dere yatağı keskin kayaları, dikenli makileri ve çetin coğrafyasıyla ekibe zor anlar yaşatacağını daha yürüyüşün başlarında gösterdi. Yürüyüş için seçtiğim mağara botları tabanlarımı acıtmaya başlamıştı.

İlk iki saat yolculuk dayanılırdı; çünkü heybetli obruğa gidiş heyecanı bize güç veriyordu. Buna karşın yürüyüş 4 saate uzayınca taşıdığım tripod bana artık işkence eder hale gelmişti. Tabanlarım giydiğim mağara botları yüzünden çoktan su toplamış ve soyulmuştu. Kayalar jilet gibi keskindi ki burada yorgunluktan düşmek büyük bir hata olurdu. Büyük bir zihinsel mücadelenin içindeydim. Zihnimi diri konsantrasyonumu uyanık tutmam şarttı. Tripodun çantası makilere takılıyor beni yolumdan etmeye çalışıyordu. Böyle bir ortamda çekim yapmak ve durumu belgelemek ise şarttı. Yorgun olsam bile burada bulunmamın nedeni macerayı belgelemekti.

Akşam güneş batarken obruğa ulaştığımızda ise hemen hazırlanıp obruğa giriş için hazırlanmaya başladık. Zorlu yolun ardından obruğa gelmiş olmak sevindiriciydi. Yorgunluğum geçmiş olsa da çekimler açısından günü kaçırdığımıza canım sıkılmıştı . Ama durumu kabullenmem gerektiği de gün gibi ortadaydı.

Alper Elif Ertuğrul ve ben geceyi kampta geçirecek ve ertesi sabah çekimlere başlayacaktık. Hava kararırken mağara tulumumu giydim, desandörümü, jumarlarımı kuşandım ve ışıklı kaskımı taktım. Mağaralar karanlık olsa da aydınlık bir obruğa gece inmek nedense beni ürkütmüştü. Sanki bu deneyim daha zorlu veya tehlikeliymiş gibi geliyordu bana. Yine de İpe girdikten sonra o tanıdık rahatlama hissi tüm ruhumu sarıyordu. Şu inişli çıkışlı duygu durumları mağaracılığın iniş çıkışlarına benziyor. Belki de mağaracılığı cazip kılan şeyler bunlar aynı zamanda. Ayaklarım obruğun zeminine ulaştığında ufalanmış kayalardan oluşan aşırı eğimli bir zemin beni karşıladı. Ekibin ışıklarını ilerde görüyordum. İri bir kayanın dibini bulmuş, kampı kurmaya başlamışlardı. Elif küçük bir ateş yakmanın hazırlıklarını yapıyordu. O an ne kadar şanslı olduğumun farkına vardım. Obruk dünyanın en lüks otelinden daha özel bir konukevi olacaktı bize. Kafa ışığımı kapattım bir süre ve Başımı gökyüzüne çevirdim daha önce hiç görmediğim kadar yıldız vardı gök kubbede. Hiçbir şehir ışığının kirletemeyeceği kadar ıssızlığın ortasındaydım. Bu ıssızlık içinde yıldızların altında kendimi güvende hissediyordum.Işıklarımı açtım ve ekip arkadaşlarımın arasına katıldım. Elif an'a uygun olarak obruğu müzikle tanıştırmıştı. Şarkı herşey bomboş diyordu. Hancı sarhoştu ve bir garip yolcuyduk hepimiz şu hayat yolunda.

Tam bu sırada Ertuğrul elinde mavi çöp poşeti ile geldi. Mutluydu. "Obruğun dibinden kar getirdim. Suyumuz var artık" dedi. Suyumuzun olmadığını bilmiyordum. Ama bir an düşününce yolda çok yük yapmamak için suları içtiğimizi hatırladım. Topladığı kar tomarını kampta su ısıtmak için kullandığı büyükçe kaba doldurdu. Kamp ocağımızı yaktı ve büyük erime başladı. Ateşimiz ise ısıtmaya başlamıştı. Elif yanımızda getirdiğimiz hazır çorbaları çıkardı. Suyumuz kaynamaya başlamıştı. Arka fonda Erkin Koray o ana eşlik ediyordu. Elif ikinci bir kap çıkardı. Kaynar suyu buff'ını kullanarak süzdü. Kar suyumuzun içinden bir hayli kir çıkmıştı. Elif: "Doğayı kullanarak doğada hayatta kalıyoruz o kadar olacak" diye özetledi durumu. Sözlerinde haklıydı. Bana göre ise obruktan su içmek ayrıcalıklıydı. "Yine de tabletleri kullanacağız" dedi Elif. Çantasından toz şeker paketlerine benzer paketler çıkardı. Bunları yırtarak plastik bardaklarımıza boşalttı. Magnezyum olduğunu söylediği beyaz tozun üstüne hazır çorbayla harika bir karışım yaptı. Bu tabletler, kar suyunda mineral olmadığı için aynı zamanda bünyeye destek de yapıyormuş.Üstüne koyduğumuz sıcak su ile de bu karışım gece vakti kendimize hazırladığımız harika bir çorbaya dönüştü. Lezzeti bana güzel geldi. Belki de bu lezzet sadece gecenin büyüsüydü.

Çorbamızı içerken yıldızlar hakkında konuştuk. Bu evrende ne kadar küçük yer kapladığımızı buna karşın obruğun bize ne kadar büyük geldiğinden bahsettik. Artık herkes için yıldızları gözleme zamanı gelmişti. Obruk çok eğimli olduğundan hepimiz çevreye dağıldık. Düze yakın bir zemin bulmak kolay olmamıştı. Kendime ayaklarım dışarıda kalacak kadar düz bir zemin buldum. O gün hayatımda ilk kez daha uzun olmadığım için sevindim. Uzandığımda yıldızlar obruğun içinde karanlıkla harelenmiş şekilde önümde uzanıyordu. Koca bir halkanın içinde gökyüzünü izlemek sanki yuvarlak dev bir ekranın içinden herşeyi 4k çözünürlüğünde görmek gibiydi. Yıldızların hareketini hissedebiliyordum. Sanki değişen parlaklıklarıyla bir resim çizmek ister gibi gökte izleyenine bir şey anlatmak istiyorlardı. Bunun adı olsa olsa yıldızların resitali olurdu; bu resitale kulak vermemek ise mümkün değildi.

Ya uyku tulumumun içinde bir tırtılı andırıyordum ya da şu koca obrukta kundaklanmış bir bebek gibiydim. Buradan bir kelebek olarak uçarak çıkmayı planlamıyordum ama yeni doğmuş bir bebek gibi pekala hissediyordum. Ama uyku beni ele geçiriyordu. Tüm günün yorgunluğu üzerime siniyordu. Daha fazla dayanamadım ve kendimi uykuya teslim ettim.

Ertesi sabah uyandığımda nerede olduğumu anlamam bayağı bir zamanımı aldı. Güneş yüzüme vuruyordu ve uyku tulumumun içinde pişmeye başlamıştım. Gözlerimin alışması ve obruğu görmem vakit almıştı. Bu sırada Elif uyanmış kamerayı kapmıştı.

Burada uyanmanın nasıl bir duygu olduğunu soruyordu.

Sabah insanı olmadığımdan iki kelimeyi bir araya getirmem kolay olmadı. Burada olmanın benim adıma bir nedeni olmalıydı. Bu mekanı içerde ilk kez algılıyordum. Tüm çevre bir devin dünyasında doğmuşçasına büyük ve yeniydi benim için. Önümde uzanan ağaçlar devasaydı; ama obruğa kıyasla birer cüce gibi görünüyorlardı. Sanki Gulliver'in dünyasının bir parçasıydım. Zeminin eğimi şimdi daha netti. Bu eğim bir bakıma ürkütücüydü. Ayaklarım neredeyse bir uçurumun kıyısından sarkıyor gibiydi. uyumak için garip bir yerdi. Acele etmeden tulumumdan çıktım.


Güneş iliklerimi bile ısıtıyor ve bana aheste bir ruh hali veriyordu. Aşağıda uyku tulumundan çıkan Ertuğrul'u gördüm. Saçı başı darmadağın haldeydi. Obruğun eğimi yüzünden büyükçe bir taşı takoz yapmış bu sayede aşağı kaymamıştı. Hemen ocağı yakma hazırlıklarına giriştim. Telefonuma bu arada bir göz attım ve ne göreyim telefon içeride çekiyordu. Güzel mağaraymış dedim kendi kendime. Uyku tulumumu topladım ve ardından obruktan aşağı kamp alanına indim. Alper'le karşılaştım. Önceki gece kamerayla yıldızları çekmeye çalışırken neredeyse üzerine kaya yuvarlayıp canından edeceğim mağara arkadaşım. Allahtan refleksleri güçlüydü de bacaklarını havaya kaldırıp ardından hemen uyumaya devam etti. Kahvaltıdan sonra obruğun dip noktasını keşfetmeye karar verdik. Ekmek arası yapılan hızlı kahvaltının ardından kamera ve tripodla birlikte inişe geçtik. Çarşak zemin işimizi zorlaştırıyor; devamlı kaymamıza neden oluyordu. Dibe doğru eğimli zeminin yapısını küçük taşlar, büyük taşlar, çevreye yayılmış ölü ağaç parçaları oluşturuyordu.

Dip noktasına doğru karlı zemin bizi karşıladı. İçeride sanki yüzüklerin efendisinden fırlamış masalsı bir manzara bulunmakta ve bize harika resimler vermekteydi. Küçük bir sincap ağaçların arasında dolaşmakta oraya yaşam katmakla meşguldü. O anın büyüsünü yaşadıktan sonra yukarı çıktık.

Artık iple tırmanma vakti gelmişti. Diğer mağaracıların kampı toplamak için inişlerini kayda almak için ip üzerinde onları çekecektim. Jumarımla ip üzerinde ilerledim. İkinci istasyonun bulunduğu kayada uygun bir düzlük bulup, paralel ipten inecek mağaracıları beklemeye başladım. Çekim yapmak için iki ip hattı döşenmişti. Oldukça yüksekteydim. Manzaranın tadını çıkardım. Bu sırada mağaracılar teker teker inmeye başladılar. Çekimleri tamamladıktan sonra bir istasyon daha yükselmeye karar verdim. Gittikçe yükseğe çıkıyordum. Aşağıda arkadaşlarım ufacık gözüküyorlardı.

Aramızda 60 metre kadar vardı. Güneş obruğun içinden çekilmeye başlamıştı. Çekim yapmak için güzel saatlerdi. Yanımdan Akümak'lı mağaracılar çıkmaya başlamıştı. Hepsi kampın yükünü yukarı taşıyan cengaver gibi gençlerden oluşuyordu. Mesela Ecem'in dediği çok güzel bir söz vardı. "Mağaracılar hem iple hem de kalben bağlanıyorlar." diyordu. Haklıydı.

Zor anlar bir insanı tanımak için en iyi zamanlardır derler. Mağaralar da insana zor anlar yaşatan bir uğraşı ve Toprak ana güzelliklerini ancak kendisine ulaşmak için çabalayanlara gösteriyor. Çıkış vaktim gelmişti. Güneş batmadan dönmemiz gerekiyordu. Çünkü aynı yolu yürüyerek dönecektik. Yükümüz ağırdı ve dönüşler daha tehlikeli olabilirdi. Çünkü hepimizde hem yorgunluk vardı hem de inişler daha kaymaya müsait olurdu.

Çıkışı tamamladım. ayağımı bastığım yerin düz ayak olması beni rahatlattı. Herkes yürüyüş için hazırlıklarını tamamladı. Bu sırada hoparlörden müzik kalp kapısını açıyordu. Ecem poi adını verdiği saçaklı kumaşa sarılı ipli toplarını çıkardı. Sakince obruğun tam ucunda çılgınca bir nokta buldu. Orada rahatça poi toplarını çevirmeye başladı. Anla bir olmuştu. Enerjisi hepimize akıyordu ve herkes yaptığı işi bıraktı, onu izlemeye başladı. Güneş batarken hepimiz bu gösteriden büyülenmiş geçe kalma stresinden kurtulmuştuk.

Artık yola çıkma vakti gelmişti. Bu sefer akümak'lı arkadaşlar gps'le yolu haritalamışlardı. Hava iyiden iyiye karanlıktı. Kafalarımıza mağara kasklarımızı takmıştık. Hem ışık sağlıyor hem de kazalara karşı koruma görevi görüyordu. Bu halimiz aklıma Kubrick'in Full Metal Jacket filmini getirdi. Düşme tehlikesi yaşadığım bir an vardı ki bir an tripodu orada öyle bırakasım geldi. Sonunda 2,5 saatlik zahmetli bir inişin ardından köye vardığımızda hepimizde keyifli bir yorgunluk ve su içmenin verdiği mutluluk vardı. Bir macerayı sonlandırmanın keyfi ise bir hobbitin evine dönerken hissettiği gibiydi. Deneyimlemek, eve dönmek ve sonraki macerayı beklemek. Mutlu birinin sonsuz yolculuğu bu olmalıydı. Her seferinde yeniden.


326 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page