top of page
Yazı ve Fotoğraflar: EA

Hiçliğin Ortasında


Tipik bir Yengeç burcu insanı olarak aslında evcimen bir adam sayılırım. Çok seyahat etmek hoşuma gitse de aslında eve dönüşler benim için en mutlu anlardır. Yaşanmışlıklar, tanışılan insanlar ve deneyimler ardından eve dönmek keyif verir bana.

Bunlar aklımdan geçerken, eve dönüş yolunda uçağın kalkmasını bekliyorum. Son zamanlarda yolumun sık düştüğü Alanya Gazipaşa havaalanından kalkacak bir uçakta olduğum için çok mutluyum. birazdan uçak havalanacak ve beni evime ulaştıracak. İçimi gıcıklayan bir his bu. Hatta kendimi şu an hapisten kaçmış gibi hissediyorum desem yeridir. Nedeni 10 gün önce başlayan çılgın mağara seyahatinin sonuçlanıyor olması.

Uçakta kemerlerinizi bağlayın anonsu geldiğinde taktığım kemerin düşen bir uçakta beni ne kadar koruyacağını düşünüyorum. Yine de mağaranın ardından uçakta olmak nedense bana daha güvenli geliyor.

Hikaye On gün önce başlıyor. kıvrılarak ilerleyen daracık yolda, gece vakti Anamur'a giden bir jipin içindeyiz. Yanımda arabayı Ender kullanıyor. Arka koltukta Antalya'dan bize katılan Nida ve Alper var. Ender, kamyonları gece karanlığında daracık yolda bir bir sollarken fon müziğinde İstanbul'dan beri 25. kez dinlediğimiz Aleyna Tilki var. İçinde bulunduğum ortamın psikopatlığını değerlendirdiğimde acaba hayatımı fazla mı riske atıyorum diye sormadan edemiyorum.

Neyseki kazasız belasız Anamur'a varıyoruz. Akşam karanlığında Anamur'da Eda Otel'e yerleşiyoruz. Aynı odada üç kişi kalacağız. Ender, Ben ve bize orada katılan İbrahim. Zaten odada fazla vakit geçirmeyeceğiz diyerek bir oh çekiyoruz. Çadırları hemen kurmuyoruz ki üç gün otelde kalıp Anamur'u ve turistik mağarası Köşekbükü'nü belgeleyelim.

Dinlenip yarın sabaha daha dinç kalkmak için erkenden uykuya dalıyorum. Ertesi gün ekipçe denizin tadını çıkarmak için bir ufak tatil günü yapmaya karar veriyoruz. Ne de olsa günlerden pazar ve istanbul Anamur arası o 14 saatlik yolculuktan sonra bunu hak ettik. Ben denize girmek yerine kumsalda bira keyfi yapmayı tercih ediyorum. Sanırım çok deniz insanı değilim. Aslında denizi seviyorum ama daha çok deniz kenarında takılmayı seviyorum. Dalga seslerinin eşlik ettiği muhabbetler, şemsiye gölgesinin altında soğuk bira bana tatili daha çok hissettiriyor.

Akşam güneş batarken antik şehir Anamurium'a gidiyoruz. Roma İmparatorluğunun önemli bir yerleşimi olan bu kent büyük bir araziye yayılmış denize sıfır bir noktada. Akdenizin cömertliğine kendini bırakmış halde ziyaretçilerini kabul ediyor. Şimdilerde antik kentin denize sıfır kıyılarında insanlar denize girmenin keyfini yaşıyor. Acaba zamanında Anamurium'un sakinleri de denize giriyorlar mıydı? Yani bronzlaşıp denize girmek antik bir keyif miydi yoksa modern insanın alışkanlığı mıydı merak ediyorum.

Kafamda ise bir başka soru daha var. Ertesi gün gireceğimiz turistik köşekbükü mağarasına sponsor için kocaman OLED tv sokacak ve mağara içinde Tv'yi belgesele entegre edeceğiz. Bununla da kalmayıp tanıtım videosunda tv'nin ne kadar harika olduğundan bahsedeceğim. Ezberim zaten iyi değildir ve metnin karışıklığını görünce bir an umutsuzluğa düşsem bile en kötü ihtimal laptop ekranından okurum diyerek kafamı boşaltmaya çalışıyorum.

Akşam vakti Anamur sahil boyunda yürümeye karar veriyorum. Sıra sıra dizilmiş panayırlar, hediyelik eşya almak isteyenler için rengarenk sıralanmışlar. Oldukça renkli bir yer Anamur. Panayırların arkasında alçı heykellerden yapılmış şirinler köyü ve dinozor parkı görülmeye değer yerler. Ülkecek heykellere yaklaşımımızı şehrin meşhur sebze veya meyve yontularına indirgemeyi hep ilginç bulmuşumdur.

Bir rönesans yaşamamış olmanın etkisi tüm bu heykellerde hissedildiği gibi mevlanayı yontmaya çalışan yontulmamış insanların ülkesidir Türkiye. Şu an karşımda duran Jurrasic Park reprodüksiyonu naif bir yaklaşıma sahip olduğundan hoşuma gidiyor. Deniz kenarına yürüyorum. Anamur, uzun geniş bir kumsala sahip. Ay ışığının altında gümüş renkte parlayan kumlara oturuyorum; dolunaya az vakit kalmış. Dalga seslerinin gürültülü sessizliğine bırakıyorum kendimi. Önümdeki çetin günlerden önce rahatlamak böyle kendi halime kalmak hoşuma gidiyor.

Tantanalı gün sonunda çatıp geliyor. Mağarada reklam çekimleri için bahis konusu TV, bölge bayi tarafından Köşekbükü Astım mağarasına saat tam ikide getiriliyor. Kamyonetin arkasında, içinde tv’nin olduğu koca tahta kutuyu görünce kendi kendime "aferin başına büyük iş aldın" diye söyleniyorum.. Mağaraya yöneliyorum. Mağara 5 yıl aradan sonra daha üç gün önce açılmış. Aslında ilk defa 89'da Turizme açılan mağara; ne yazık ki 2012'de bölgede yaşanan orman yangının ardından büyük zarar görmüş. Uzun zaman sonra açılmış Mağaranın önüne yukarıdan koca bir Türk bayrağı sarkıtılmış. Giriş bayrakla kapandığından, bayrağın arkasındaki yekpare kayayı görmüyor ve kafayı tosluyorum. O an yatay ve turistik bile olsa mağarada dikkatli olmam gerektiğini yeniden anlıyorum. Tabi Türkiye'de olduğumu ve başıma düz yolda giderken bile birşey gelebileceğini hatırlıyorum.

Mağaranın içinde Tv'yi yerleştirebileceğimiz uygun bir alan arıyoruz. Mağara oldukça süslü ve sarı Led ışıklarla güzel aydınlatılmış bir mağara. Ne yazık ki geçirdiği yangının etkisi ve bilinçsiz ziyaretçilerin verdiği zararlar yüzünden yaralı ama hala güzel. Ender ve bayiden gelen toraman arkadaş korkuluklarla çevrili merdivenlerden aşağı Tv'yi ilk noktaya kutuyla indiriyorlar. Tv'nin korkulukların dışında ziyaretçilere kapalı bir alana yerleştirilmesi gerekiyor. Bu yüzden bundan sonrası Aspeg'in işi. Ekibin dikkat etmesi gereken iki önemli nokta var. Hem koca Tv'ye hem de Mağaranın oluşumlarına zarar vermemeleri gerekiyor. Ekip mağara konusunda biliçli ve uzman olsa da Tv konusunda yeni. Yine de herşey olması gerektiği gibi işliyor ve Tv'yi elektriğe bağlayıp görüntü de aldıktan sonra ilk noktada çekimleri gerçekleştiriyoruz.

Senaryo bir grup mağaracının bir mağarayı keşif hikayesi olarak oldukça klişe. Hikayenin vurgusu daha derin siyahları mağarada gören insanın en gerçek ve doğru siyaha bu Tv sayesinde ulaşması üzerine. Belgesel ise mağaraların nasıl turizme açılabileceği ile ilgili bir küçük film olacak. Çekimler bu iki görev sayesinde tam 16 saat sürüyor. Hem reklamı hem belgeseli çekmek bir hayli zaman alıyormuş bunu görüyorum. Ama yine de bu 16 saatte benim için en zor an bebe ruhi gibi mağara kıyafetleri giyip, tv yanında Tv'yi övmek oldu. Kendimi deli spiker olarak hissettirdi bu deneyim.

Bu yaralı güzel Mağarayı sabaha karşı terkederken artık gerçek maceraya atılıyoruz ve hiçliğin ortasına doğru yapacağımız yolculuğa çıkıyoruz. Bahsettiğim hiçlik, Morca isimli Aspeg'in 2013'de keşfettiği düden. şimdi ise mağarayı derinletme çabaları için mağaracılar olarak Anamur’dayız. Mağara şimdilik 447 metrede ve bulunduğu bölge Türkiyenin en derin mağaralarının konumlandığı yerde üstelik daha yüksek irtifada. Daha girmeden zorlu bir mağara olacağını biliyorum. Açıkcası bu mağaradan çekiniyorum.

İstanbuldan gelen keşif ekibiyle Anamur belediyesinde buluşuyor ve yola çıkıyoruz. Torosların ilk yükseklikleri ormanlarla ve suyla kutsanmış. Doğa adeta insanı kucaklıyor. Ama arkada taştan dev bir set var ve önümüze çıkan bu bariyer Game of Thrones'un duvarını andırıyor. 4 saat sonra o bariyer aşıyoruz. Artık çevrede ne orman var ne de su kaynağı. Sanki mars gezegenine gelmiş gibiyim. Her yer sadece taş ve gökyüzünden oluşmakta.

Yollar silikleşmiş halde, taşların üstünden gidiyoruz. Doğa burada bir ağacın yetişmesine bile izin vermemekte niyetli. İrtifa 2000 metrelerde. Manzara gerçek üstücü bir ressamın tuvalinden çıkmış gibi.

Çadırlarımızı bu yabancı gezegenin çorak zeminine kuruyoruz. Bu çetin şartlar beni oldukça afallatıyor. Aslında bunu bekleyerek gelmeme rağmen gerçekle karşılaşmak vurucu olmuştu tam o an.

Hava kararırken makarnayla geçiştirilen bir öğünün ardından erkenden uyumaya karar veriyorum. Ağaç yetişmediği için odunumuz yok bu nedenle ateşimiz de yok. Üstelik gece yayla oldukça serin olduğundan uyku tulumunun içine girmek en güzel seçenek olarak görünüyor gözüme.

Sabah 8'de çadırın içinin pişmekte olduğunu farkederek uyanıyorum. Güneş gölgesiz toprakları yakıp kavurmaya çoktan başlamış. Tulumumdan sıyrılıp bu çok da misafirperver olmayan gezegene günaydın diyorum. Kamp uyanmış, sıcak tüm çadırlarda hissedilmiş olacak ki herkes kamp mutfağının yanındaki koca tentenin gölgesinin altına toplaşmış.

Sıkı bir kahvaltı yapıyoruz ardından mağara döşeme için ip, karabin ve kulakçıklar toplanıyor. Aşağıya inecek yiyecek ve ilkyardım malzemesi çantalara dağıtılıp, toplam sekiz çanta yapılıyor. 5 mağaracı 8 çantayı 500 metredeki kamp alanına indirmeyi planlıyor. Bu arada telefon hattı da yapılacaklar arasında. Bu sayede mağarayla iletişim sağlanacak.

Ben o gün mağaraya girmiyorum. Amacım tüm bu hazırlık ve mağaraya gidiş sekanslarını tamamlamak ve ardından mağarayı filmlemek. Ne de olsa bolca zaman var ve mağara filmlenene kadar ki hazırlık aşaması da mağarayı keşfetmek kadar önemli. Mağaracı ekip kadın erkek demeden sekiz çantayı yükleniyor. Ben de onlara kameramla eşlik ediyorum. Beş mağaracı bir kilometrelik çorak yolu sırtlarında ve ellerinde taşıdıkları çantalarla katediyorlar. Bellerinde taşıdıkları tek ip setleri birbirine çarparken çıkan sesler, rüzgarın sesine karışıyor. Mağaracılar, bu kavurucu güneşin altında yanan dikenli, sarı coğrafyada mağaranın serinliğine kavuşmak için hızlı adımlarla ilerliyorlar.

Mağaranın ağzına geldiklerinde ben de ilk kez Morca düdeniyle tanışıyorum. büyükçe denebilecek bir ağza sahip mağara oldukça davetkar görünüyor. Yine de korkuyu girmeyecek olsam dahi hissediyorum. Çift çantayla aşağı inen Nida ve Alper oldukça soğukkanlı görünüyor. Yine de onlar için zorlu bir macera olacağını biliyorum. Mağara söylenene göre çok dar ve bir fay çatlağı olarak devam ediyor. Bu yüzden takıl geç adı verilen sistemler döşenmiş. Yatay devam eden bu hatlar ipe bağlı olarak geçiliyor. Tabandan yükseğe kurulan bu sistemler su yolundan uzak kalmak için döşenmişler. Uygun bir boşluk bulununca bu yatay geçişlerinden dikey inişler yapılmakta. Mağara dar olduğundan bu takıl geçleri çantayla geçmek oldukça zor. Çantanın devamlı bir yerlere takılması, bu mağarayı zorlu yapan yanlardan biri.

Herkesi mağaraya uğurladıktan sonra bu ıssız gezegende mağaranın ağzında tek başıma kalıyorum. Kamptan gelirken ara ara arkama bakmış ve nasıl bir doğrultuda, nasıl bir manzaraya doğru yürümem gerektiğini aklıma kazımaya çalışsam bile dönüş yolunda beynim bana oyunlar oynuyor ve bir süre kayboluyorum. Sıcakta susuz kalmak kısa süreli paniklememe sebep oluyor. Beynimin kayboldun işte sinyallerini tüm vücudumda hissediyorum. Terlemeye başlıyorum. Kamptan mağaraya çekilen telefon kablosunu bulmak için bir katır gibi yere bakıyorum. Gözüme ince bir beyaz hat takılıyor ve kabloyu bulmamla sevinç çığlığı atmam bir oluyor. Bir kablonun rehberliğinde kampa varıyorum.

Kampta, Ertuğrul piposunu dolduruyor. ben de bir tütün sarıyorum. Bir kahve molası veriyoruz. Güneşin batışını hemen ardımızda yükselen tepede izlemeye karar veriyoruz. Hava serinlemeye başlıyor. Tepeye çıktığımızda önümüzde uzanan Torosları görüyoruz.

Her birinin üzerine güneşin batışıyla gölgeler düşüyor. Sarıdan, kahve rengine ondan siyaha dönüşen renkler dağ sıralarının üzerinde dans ediyor. Buraya geldiğimden beri tamamiyle ev konforundan tamamen uzaktayım diye düşünürken telefonuma sinyal düşüyor. 4 gün sonra bu yabancı gezegene gelen bir hediye gibi sinyal sesi. Tabi bu fırsatı değerlendirip eşi dostu arıyorum.

Tepeden Aşağı indiğimizde akşam oluyor, Dolunay kamp alanınını aydınlatırken, kamp menüsünün değişilmez yemeği ton balıklı makarnayı afiyetle mideye indiriyorum. Erken uyumak en sevdiğim şey haline geliyor bu coğrafyada. sanki burası beni de ıssız ve yabani yapmış. Eve dönme isteği içimde alevlenmeye başlıyor ama daha üç gün daha var ve yarın mağaraya giriyorum.

Sabah mağaraya girmeden şampiyon kahvaltısını ettikten sonra çekim ekibiyle toplantı yapıyoruz. Hafif bir tripod ödünç alıyorum Ender'den. Mağarada ne kadar hafif olursam o kadar iyi. Su geçirmez bir yan çantaya kameramı koyuyorum. Yanıma yük olarak bir bu çantayı bir de küçük sırt çantasına bir litrelik su alıyorum. led ışıkları İbrahim'e, hafif tripodu Buğra'ya teslim ediyorum. Onlar ekibin şarpalığını yaparken aynı zamanda belgeselin kahramanları olacaklar.

Mağaranın ağzına giderken yarım giyiniyorum. Sıcakta tulumu tam giyip terlemek, soğuk mağaraya girmeden önce hiç de iyi bir fikir değil. Kamptan mağaraya uzanan yol boyunca tıngırdıyorum. Üzerimdeki tek ip seti saniyeleri sayar gibi hiçliğin ortasında çınlıyor. Ekipte benimle birlikte İbrahim, Buğra, Ertuğrul ve adaşım Eren var. Çekimlerin dışında Eren ve Buğra mağaranın haritalanması için giriyorlar. İbrahim ise telefon hattını kontrol etme görevini üstleniyor. Ertuğrul ve ben ise mağarayı belgelemek için mağarada olacağız.

Mağaranın ağzına geliyoruz. Bu sefer korkutucu geliyor. Sanki çevresini yutmak için oraya konmuş bir karadelik gibi. Buğra ve İbrahim'den sonra ipe giriyorum. Aşağıya bakmaya ilk istasyona gelene kadar cesaret edemiyorum. İlk istasyonun döşemesi oldukça zor. İnmeme yardımcı olacak desandöre kalmam için kayaya çakılmış karabinden kısa ipimi kurtarmam gerek. Bir kaç deneme yapıyorum ama ayağımı koyacak yer olmadığı için güç alacak yerim de yok. Bu yüzden el jumarımı ipe takıyorum. Bu sayede üzengisine ayağımı takacak ve bacağımdan güç alabileceğim. Biraz soluklanmak için bekliyorum. Ardından üzenginin üzerinde dikilip kısa ipimi kurtarıyorum. Aşağıya baktığımda koca bir buz kütlesinin mağaranın içinde yükselmiş olduğunu görüyorum. Mağaranın derinlerine giden kol, bu kütlenin yanından mağaraya uzanıyor. 25 mt’lik inişin ardından buzul’un yanında ayağımı zemine basıyorum. Buradan adaşım Eren’in inişini çekeceğim. Buzulun hemen dibinde uygun bir nokta buluyor ve tripodu kuruyorum. Buz durduğum noktaya doğru eğimli duruyor. Sağlamlığı konusunda kafamda soru işaretleri oluşuyor. Yazın sonlarında olmamız beni ayrıca ürkütüyor.

Buz yıkılmadan çekimleri gerçekleştiriyor ve daha derinlere doğru yol alıyoruz. Düden olarak başlayan mağara daha sonra bir fay hattı çatlağına dönüşüyor. İçerisi oldukça dar ve klostrofobik. Bizi içeride sarkıtlar ve dikitler karşılamıyor bu sefer; onun yerini bir kişinin ancak geçebildiği ama tavanını göremediğiniz yüksek koridorlar alıyor. Takılgeç dediğimiz hatlara bağlanarak yatay devam eden bu koridorlardan geçmeniz için bacaklarınızı iki yana açarak baca yapmanız gerekiyor. Döşeme su yolundan yüksekte döşendiği için altınız 10-15 metrelik uçurumlar olarak devam ediyor. Bu yüksek döşemeler sel riskine karşı sizi güvende tutarken geçişlerde yüreklerin hoplamasına sebep oluyor. Yarıktan aşağı inerken menderes adı verilen su yatakları çıkıyor karşıma. Yılan gibi kıvrılan bu mendereslerde ilerlerken çıkışın benden gittikçe uzaklaştığını duyumsuyorum.

Bu sırada Eren ve Buğra mağarayı haritalamakla meşguller. Eren lazermetre denen aletle duvarların genişliğini, yüksekliğini ve derinliğini ölçüyor. Buğra elinde kurşunkalem ve not defteriyle bu değerleri not alıyor. Ardından da mağaranın kesitini deftere çiziyor. Haritalama konsantrasyon, sabır ve enerji gerektiriyor.

Bu arada mağaranın iç sıcaklığının 6 derece olduğunu unutmamak gerekiyor. Yeryüzünde kavrulan ekip şimdi üşümeye başlıyor. Üstelik ıslanma riski olan bölgelerden geçişler kamera için büyük bir engel. 110 metre derinliğe indikten sonra ekip geri dönmeye karar veriyor. Önce ton balığı ardından Ertuğrul’un getirdiği ev yapımı kurabiyelerle ziyafet çekiliyor. Kurabiyeler gerçekten lezzetli yapanın ellerine sağlık. Ardından çöp bırakmadan toparlanılıyor ve çıkışa geçiliyor. Benim için çıkışta en zor bölüm bir gölü yukardan ipte kayarak aştığım bölümdü. Troley adı verilen bu geçiş insana kendisini komando gibi hissettiriyor. Üstelik geçişin sonunda bacakları pergel gibi açman gerekiyor ki mağaranın duvarlarından kendini yukarı doğru çekebilesin. Daracık takılgeçler dönüş yolunda sanki çıkmana izin vermemek için daha da daralıyor. Keşke daha az yeseymişim diyorum. Kendimi biraz daha dayan diye telkin ediyorum.

Sonunda burnuma dışarıdan gelen havanın kokusu geliyor. İçeri giren hava akımını tüm ciğerlerimde hissediyorum. Ve buzulu tekrar görüyorum. Ama bu kez gece ve ayın ışığı içeriyi aydınlatmakta. Duvarlar gümüş rengi parlıyor ve son engeli aşmam için beni çağırıyor. İpe giriyorum ve Jumarlamaya başlıyorum. Artık tüm enerjim tükenmiş gibi hissediyorum. Morca düdeni, çetin şartlara sahip zor bir mağara; mağaracıyı fiziksel olarak yorduğu gibi psikolojik olarak da büyük bir sınav. İple çok haşır neşir olduğunuz, çok çeşitli ip geçişlerini atlattığınız bir mağara. Bütün bu karmaşadan sonra vücudumda kalan gram enerjiyi de şimdi bu çıkışa harcıyorum. Suyum bitik ve mağaranın çıkışına bıraktığımız suyu kana kana içmek için sabırsızım. Son bir enerjiyle jumarlıyorum, bacak kaslarımı bir kez daha geriyorum. Önümde beni inerken zorlayan ilk istasyon şimdi son istasyonum olarak dikiliyor. Uzunumu istasyona takıyorum. Bir nefes alıp üzengimin üzerinde dikiliyorum. Göğsüme bağlı ipi jumardan çözüp yukardan gelen ipe geçiyorum. Üstteki ipten oldukça az ip payı bırakılmış bu yüzden jumarı geçirmem zaman alıyor. Enerjimin tükenmesine orada izin veremem. O ip oraya ya geçirilecek ya geçirilecek. Bir bakıma çıktığım zindanın anahtarı bu geçiş. Ardından el jumarımı yukarıdaki ipe takıyorum. Kendimi biraz yukarı çektikten sonra uzunumu çıkarıyorum. Artık anahtar bende; eğimli kayaların içinden yürüyerek mağara ağzının önünde uzanan düzlüğe kendimi atıyorum. Bu sırada kahkahalar atıyorum. Neden diye sorsanız inanın bilmiyorum. Belki de özgürlüğüm için attığım kahkahalar bunlar. Ertuğrul benden önce mağaradan çıktığı için çoktan bir kayaya yaslanmış yıldızları izliyor. İşte bunun için mağaradayım diyor. O an yaşadığı tatmini ay ışığının altında aydınlanmış gözlerinde görüyorum. Diğer arkadaşlarımız gelene kadar yıldızların seyrine dalıyoruz. Herşey bir rüyaymış gibi gözlerimin önünden geçiyor.

Tam o sırada hostesin sesini duyuyorum. “Kemerinizi bağlayın lütfen” bir anda kendimi o mağaranın ağzından; evime dönen “o” uçakta buluyorum ve mutluyum. Bu arada susuz ve banyosuz geçen onca günün ardından uçakta yanıma kimsenin oturmamış olması hem benim için hem de o potansiyel yolcu için bir şans. Uçak havalanıyor; kalbim bir çocuk gibi küt küt atarken akdeniz tüm cömertliği ve enginliği ile aşağıda deviniyor. Büyük bir maceranın ardından taşıdığım bu yorgun beden dönüşün haklı mutluluğunu yaşıyor.

369 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page